Kariyer | Konular | Kitaplık | İletişim

HAYALLER VE GERÇEKLER

Şimdi gecenin sabaha döndüğü bir vakit. Gündüz şimşeklerle yırtılan gökyüzündeki bulutlar çekilmiş. Kalan bir kaç parçacık bulut hafif esintili rüzgarın eşliğinde gökyüzünde asılıymış gibi duran dolunaya arkadaşlık etmede. Yüreğimde tarif edemediğim bir derin duygu, beni yazmaktan da, uykuya teslim olmaktan da alıkoyuyor. Balkonun kapısını aralıyorum ve biraz hava almak için balkona çıkıyorum. Benim derin duygularımın rağmına şehr-i İstanbul derin uykularda...

Başımda, geçip giden zamana yetişememenin verdiği bir garip telaş, yüksekten düşen bir taş gibi gittikçe hızlanarak akan hayatı seyrediyorum. Ona yetişebilmek için müracaat edilen sebepler, çare olmaktan öte hastalığı şiddetlendiriyor. Sebeplerin ve vasıtaların istilasıyla dağılan zihinler uyuşuyor ve bu uyuşma algı yeteneğini körelterek yaşanan zamanı daha da hızlandırıyor. Nasıl mı oluyor bu hızlanma? Çalan telefonlar, yetişilmesi gereken toplantılar, “acaba bu gün neyi giysem?”ler ya da servise doğru giden hızlı adımlar, yaşadığı çevreden ve seyredilip anlaşılması gereken gerçeklerden koparıyor insanları.

Bilmem kaç kanallı televizyonun görüntülerinde ‘zap’larken, bir bakış veya tebessüm beklentisiyle zıplayan, yaramazlaşan çocuk azarlanarak susturuluyor. Işıktan ellerinde sayısız nimetler sunulan güneş, ufka doğru konuşlanmış bir rakı sofrasına meze oluyor; binlerce veliyi kendinden geçirip cezbeye getiren güzelim denizin dalga vuruşlarındaki ritm-i ilahî, uzaktaki bir meyhaneden yayılan kederli müziğin kasaveti arasında eriyip gidiyor. Şehrin boz bulanık aydınlığı, yalnızca yıldızların dost yüzüne perde olmuyor, insanları da ilişkileri de perdeleyerek koparıyor birbirinden.

İnsanlık yavaşlayarak geri vitese takarken, zaman gittikçe hızlanıyor. Beş-on asırda bir değişen devir, bir asırda üç çağı birden deviriyor. Hayallerin gerçekleştirilmesini tek hedef ilan eden teknoloji devri, bir taraftan uzayın derinliklerine doğru uzanırken, diğer taraftan zalimlerin hayallerini de gerçekleştirerek bir bombayla bir şehrin imhasını mümkün hale getiriyor.

İmkansız diye bir kavramın artık tarihe gömüleceğini açıklayan ve geleceği de tasarrufuna alarak konuşan modern bilgi çağı, Teknoloji devrini unutturuyor insanlara. Hatta, o kadar ileri gidiyor ki, yeniden dirilmeye ihtiyaç bırakmayacak gelişmeler için gün sayıyor bilim. Oysa, daha yeni zirvesine ulaşmışken, modern bilgi çağının kibirli iktidarı da sarsılıyor ve postmodern arayışların ayakları altında ezilmeye başlıyor. İnsanlık bilginin ruhsuzluğuna daha fazla sabredemiyor, fizik ve metafiziğin buluştuğu kuantum teorilerinin devri başlıyor olanca hızıyla...

Zaman hızlandıkça insanların hayallerinin gerçekleşmesi de hızlanıyor. Hayaller gerçek oldukça, gerçekler eriyip buharlaşıyor ve uzaktan seyredilen birer silûete, hayaletlere dönüşüyor. Bu dönüşüm yalnızca fabrikalarda, bilimsel araştırmalarda veya felsefik kuramlarda kendini göstermiyor. Sosyal hayatı da, bireysel hayatları da tarif ediyor bu dönüşüm. Bir aylık mesafeler artık bir saatte gidiliyor, bir tuşa basmakla mesafeler ve zaman yok edildiyor belki. Ama, Ay’daki bilmem ne kraterinin, Satürn’ün halkalarının varlığından haberdar olan, binlerce kilometre uzaktaki sanal arkadaşıyla sanal ortamda sohbetler eden insanlar, alt kattaki komşusunun ismini dahi bilmiyor, selamsız iniliyor merdivenlerden ya da iğreti bir tebessümle geçiştiriliyor bu münasebetsiz karşılaşma.

Hayallerin gerçek olduğu şu ahir zaman, kavramların içinin boşaltıldığı, anlamlara bineklik etmesi gereken kelimelerin hoyratça israf edildiği; ölüm gibi, ibadet gibi gerçeklerin korkulan hayaletlere dönüştüğü, maddenin manaya hükmettiği, görüntünün öze tercih edildiği, bindiğiniz arabanın, giydiğiniz markanın, imajın tarif kabul edildiği devir oluyor aynı zamanda.

Bu dönüşümün ruhu kemiren bir illet gibi toplumları sardığına şahit oluyor gözlerim. Yürüdüğüm caddelerde dur-durak bilmeden akıyor hayat, vitrinler, ışıltılı tabelalar, korna sesleri, tabakların birinin indirilip diğerinin kaldırıldığı lokantalar, çılgınlar gibi yaşanan eğlence merkezleri, ne anlama geldiğini bilmedikleri bir hayatı koşuşturarak yaşayan insanlar. Karıncanın yuvasını ve solucanın çamurda kıvranışını televizyon belgesellerinde izleyen çocuklar...

Ve şehr-i İstanbulun semalarında yankılanan ezan sesleri... Gecenin bir yarısı zihnimi istila eden bu düşüncelerin, yaşanan hayatı tümüyle kuşatan bir tarif olmadığını ihtar ederek; daldığım hayallerden koparıp yaşadığım ana döndürüyor beni ezan. Madalyonun bir yüzünü anlatıyor, yaşanmakta olan hayatların yalnızca bir cihetini ifade edebiliyor hissettiklerim. Yoksa, tüm bu ifadelerin zıddına bir hayat da yaşanıyor işte.

İşte, minarelerden yükselen ezan sesleri, yeniden doğmaya hazırlanan bir gün ve kızararak ufka meyletmekte olan mütebessim bir ay. Karşımdaki dergahın bahçesini dolduran zikr-i ilahi.. ve ağaçlar ki, cennetten henüz indirilmişçesine tertemiz ve derinden konuşurcasına sessiz... Cırcır böcekleri, seher vakitlerinin heyecanlı zakirleri olan martıların çığlıkları, yeni yürümeye başlayan bir çocuğun “Ayyah!” diyerek ayağa kalkışı, sabah ezanıyla pencereleri birer birer aydınlanan evler. Aydınlık gönüllü varlıkların aydınlattığı bir sabaha bir başka açıdan merhaba diyor şehir.

“Öyle bir zaman gelecek ki, tek bir secde yeryüzünü dolduran herşeyden daha hayırlı olacak” diyor Peygamber(a.s.m.). Aslında, secdeler kısaldıkça hızlanıyor zaman, secdesiz geçirilmiş bir ömür ise, son ‘an’da, bir ömrün içerisinde eriyip yok olduğu karadelik gibi korkunç bir ‘an’a inkilap ediyor. Seccadedeki bir an ise, kainatın yaratılmasına vesilelik ederek kainat kadar genişleyebiliyor ve zamanın üzerine çıkarak zamanı tümden kuşatabiliyor...

Semayı dolduran İlâhi davet, hızlandırılmış bir hayatın yüreklere vurduğu zincirleri, kulaklardan yüreklere yol bulabilirse eğer, kelimelerden anahtarlarla açıyor. Her bir kelamıyla, yepyeni bir hayata davet ediyor sizi ezan. Yeniden bir başlangıca, yeni açılmış tertemiz bir sayfayı ibadetlerle süslemeye, güzel düşüncelerle anlamlandırıp, yüreğinizden taşan hakikatli duygularla hayatlandırmaya çağırıyor. Seccadeler secdesiz kaldıkça gerçekleri unutturarak, ezerek geçip giden zaman; ezan sesleriyle yankılanan seher vakitlerinde yavaşlıyor ve yüreği açık insanların seccadelerinde duruyor. Ve koca kainat da, kainatta akan zaman da, işte o secdeler hürmetine ayakta duruyor ve akıyor hâlâ...

yazılan bu yazı bize yaşadığımız zamanı bize kısa imiş gibi gelen ama aslında nasıl kullanması bilmediğimizi anladık. Daha doğrusu siz anlattınız.


Kategoriler

- Başarı - Eğitim - Kişisel Gelişim - Hedef - Ticaret - Muhammed Bozdağ - İletişim - Nasihatler - Kariyer - Dua - Para - istemek - çalışmak - İslam - Abdülhamid Han - iş hayatı - Haber - Ekonomi - Osmanlı Sultanları - Rizik - Karar - Meslek - Osmanlı - Zaman Yönetimi - şükür - Motivasyon - Liderlik - Hedef Belirlemek - II. Abdülhamid Han - alışveriş - Para Kazanmak - istek - Arastirma - Osmanlı Devleti - yaşam - çalışmanın hedefi - Kriz - Hikayeler - Sorumluluk - İşsizlik - özgüven - Dünya Hayatı - Zaman - Nimete şükretmek - İslami ölçüler - içtenlik - duanın kabulü - İmaj - Modelleme - Helal Kazanç

MollaCami.Com