Kariyer | Konular | Kitaplık | İletişim

SEYRET ANADOLU’NUN YEŞİLLİKLERİNİ-3

67- Bizler millet olarak kıymetlerimizin dirisini değil, ölüsünü çok severiz. Sağlığında, ilgi ve alaka görmeyen, hatta sefalet içinde ölen birçok kıymetimiz, öldüğünde göklere çıkartılır. Söylemediği sözler, onun ağzından uydurulur. Nasıl olsa rahmetlinin, mezardan kalkıp itiraz etme durumu yoktur. Bir şairimiz bu durumu şöyle hicveder:
Sağlığında tuz bulamaz birçok insan katmak için aşına,
Öldükten sonra kitabe dikerler mezar taşına.

Hayatı algılarken ve anlamlandırırken, önceliklerimizi bir türlü belirleyemeyiz. Ne hazin değil mi? Şarkıcılara, türkücülere, futbolculara gösterilen ilgi ve alakanın, ayrılan zamanın, verilen maddi desteğin onda birini, ilim adamlarımız rüyalarında bile görmemiştir.Ne hazin değil mi?

68-Çocuklarımızın içindeki merak, araştırma, sorgulama madenlerini, üzerine civa dökülüp kapatılan madenler gibi, kapatırız. Çocuklarımızı derin susturucularla sustururuz. Büyüklerin bulunduğu ortamda, çocuklarımızın kendilerini ifade etmelerine izin vermeyiz. Çünkü, bu anlayışa göre, büyüğün olduğu yerde küçük konuşmaz. Çocuk, yetişkinlik çağına geldiğinde, içine kapanık, konuşmuyor diye konuşturmaya çalışırız. Çok içine kapanık diye, şikayetçi oluruz. Ne kadar ilginç değil mi?

Küçükken çocukları, camiden kovarız. Sonra da, camiden kovduğumuz çocukları, camiye kazandırmaya çalışırız.Ne kadar ilginç değil mi? Bir çocuk camide telefon sesi gibi zırlasa, sille-tokat camiden atılır. Ama aynı ses, bir yetişkinin cep telefonundan çıksa,hem de namaz bitesiye kadar devam etse, kimse o adama vık demez,diyemez. Aynı olay çocuğu suçlu, yetişkini suçsuz kılabiliyor. İki yüzlülüğün bu kadarı, ne kadar hazin, ne kadar ilginç değil mi? Demek Demokrasi; güçlüler için yaşanması gereken bir hak, güçsüzler için çalışılması gereken bir ev ödevi oluyor, öyle mi? İslam dini, zerre kadar hak için ,koca devlet başkanlarına diz çöktürürken,İ slam’ın mabetlerinin, zulme alet edilmesi ne kadar hazin değil mi?

Bir camide, bir turiste yapılan en ufak bir yanlışın hesabı, fazlasıyla sorulur. Ama, camilerden sille tokat kovulan çocukların hesabı, bugüne kadar sorulmamıştır. Ne hazin değil mi? Namaz kılmaktan elbiselerinin dizleri aşınan bir çok müslüman, bir çok genci İslam’ dan soğutmakta, misyonerlerden daha başarılı olmuştur. Ne hazin değil mi?

Dikkat ederseniz, ilk çocuklar yaşamdan daha çok sorumluluk alır. Son çocuklar, daha rahat, hatta daha şımarıktır. Bunun nedeni, anne ve babaların, ilk çocukları denek olarak kullanmasıdır. Son çocukların şımarık olmasının nedeni ise, ilk çocukta yapılan hataların, son çocukta düzeltilmesidir. İlk çocukta yapılan hatalar için, son çocukda bir nevi, günah çıkartıyoruz diyebilirim. Anne-baba, anne ve babalığı biraz öğrenmeye başladığında ne acıdır ki, hayatın en büyük hataları yapılmış, kişiliğin sihirli yılları olan 0-6 yaş arası denek olarak kullanılmıştır. Ne hazin değil mi?

69-İlkokul kitaplarında; içki içmek,sigara kullanmak, kumar oynamak gibi davranışlar zararlı ve çirkin davranışlar diye anlatılır. Aynı çocuk üniversite bitirdiği zaman; içki içince, sigara kullanınca, kumar oynayınca, modern hayat yaşamış olur. Çağdaş olur...Halbuki ilkokulda iken bunlara zararlı alışkanlıklar deniliyordu. Demek ki insanlar yaşca büyüdükçe, akılca küçülüyor. Ne kadar ilginç değil mi? İlkokul sıralarında daha akıllı, üniversite çağında ise daha akılsız davranıyor.. Ne kadar ilginç değil mi?

70-Üzerine Atom bombası atılan ülkeler, yıkılmadılar, daha büyük bir güçle bilendiler. Bu acıyı sıçrama rampası yaparak, dünyanın en büyük devleri arasına girdiler. Üzerine kültür bombası atılan ülkeler ise, beyni alınmış zombilere döndüler, angurtlaştılar. Ne kendileri olabiliyorlar, ne de başkalarına yar olabiliyorlar. Ne hazin değil mi?

71-Fakir ama, duygusal rezervleri çok zengin bir genç, bir kıza aşık olur. Onu çok beğenir ve evlilik teklif eder. Gencin, bin bir kusuru bulunarak, teklifi reddedilir. Ama aynı genç, kısa yoldan, köşeyi döner. Bu sefer başarılı bir işadamı olmuştur. Bulunan kusurların hepsi kayboluverir. Çünkü o, başarmıştır. O, başarılı bir insandır. Bu sefer o genç, evlilik teklifleri alır. Ne kadar ilginç değil mi? İnsanın ihtiyaçları için bizzat insan tarafından icad edilen para, hiçbir dönem, bu dönemde olduğu kadar, insanları paralamamıştır. İnsanların efendisi haline gelmemiştir. Ne hazin değil mi?

72- Bazı dindar insanlar; zina eden, içki içen ve benzeri davranışları olan insanları, ayıplar, kınarlar. Ama kul hakkı yiyen, yalan söyleyen, gıybet eden, iki yüzlü davranan insanları; zina eden,içki içen insanlar kadar, yadırgamazlar. Çünkü terazilerinin ayarı kaçmıştır bir kere. Eğri teraziyle nasıl doğru tartabilirler ki? Ne kadar ilginç değil mi?

73-Bir Hıristiyan’ın Müslüman olmasına vesile olmak için, etrafında pervane oluruz. İzzet,ikram,yardım,İltifat o biçim. Amaaa, aynı gayreti bir Müslüman’ın, Müslüman kalması için sarfetmeyiz. Hatta bir çok güzellikleri olan bir Müslüman’ı, bir kusurundan dolayı ilgimizden mahrum bırakırız. Gerekirse onu dışlarız bile. Pekiyiii, bir Müslüman’ın; himmetine, ilgisine,izzet ve ikramına mazhar olmak için, illa Müslüman olmamak mı gerekiyor? illa kurtarılması gereken potansiyel bir adam mı olmak gerekiyor? Ne kadar hazin, ne kadar ilginç değil mi?

74- Aynı şehrin bir semtinde oturan insanlar; fakirlikten, sefaletten perişan bir halde yaşarken, aynı şehrin bir başka semtinde oturan insanlar ise stres atmak için, lüks tabak kırıyor ve pahalı kumaş yakıyorlar. Ne kadar hazin değil mi?

75-X ülkelerinde, pasaportlarda yazan yazılara baktığınızda, devletin garson devlet olduğunu anlarsınız.
Y ülkelerinde, pasaportlarda yazılan yazılara baktığınızda, devletin, halkına reaya, teba, maraba gözüyle baktığını anlarsınız. Ne kadar ilginç değil mi?

X ülkelerinde yargı, delillerden hareket ederek, suçluya ulaşmaya çalışır.
Y ülkelerinde yargı, zanlılardan hareket ederek, delile ulaşmaya çalışır.

Dünyanın en büyük ekonomisine sahip bir ülkede, bir yılda yapılan tatil, çok azdır.
Kaynaklarına ve sahip olduğu imkanlara göre çok zengin olması gerekirken, geri kalmış bir çok ülke, yılın yarısından fazlasını tatil olarak geçirir. Ne kadar ilginç değil mi?

76- Bazı ihtiyarlar, normal zamanlarda akşam namazını camide kılmazlar. Ramazan'da ise her gün akşam namazını, camide kılarlar. Hem de, teheccüd namazı gibi. Çocuklar pek muhterem babayı bekler. Sofraya elini süremez. Muhterem baba,akşam namazıyla da yetinmez,üstüne birde Ebvabin Namazı kılar.

Camide imamı bekletir. ( Belki de İmamının evi, uzaktadır.İmam iftar yapmak için evine gidecek, teravih için tekrar geri gelecektir. Çok bilmiş hacı! bunu asla düşünmez,görmezden gelir. Çünkü, yıllardır dinle kurduğu iletişim, şekli boyuttan öteye geçememiştir. Farkındalık rezervleri çöller gibi kurudur.)
Evde çocukları ve hanımını bekletir.
(Çocuklar, yemeğin başında evin böyüğü babanın gelmesini beklemektedir)
Pek muhterem baba böylece Takva Ehli olduğunu zanneder. İşte bir çok Ehli Dinin çocuğunun namaz kılmamasının ve gizli,gizli oruç yemesinin ve hatta dinden soğumasının en büyük nedeni, kendini Takva Ehli zanneden DİNİ-DAR babaların; dengesiz,tutarsız tutumlarıdır. Ne kadar ilginç değil mi? Muhterem baba, bu yaptıklarından dolayı büyük sevap umar. Ne kadar ilginç değil mi? Bazı insanlar DİNİ-DAR olmayı, DİNDAR olmakla karıştırıyorlar. Ne kadar hazin değil mi?

-Bazı insanlar özellikle, ezan okunup bittikten bir müddet sonra, camiye gelir. Cemaatin saf olacağı ve farz kılacağı yere, mihrabın tam önüne durarak, namazın sünnetini kılmaya başlar. Halbuki cemaat sünneti bitirmek üzeredir. Farza duracaktır. Bir kişi yüzünden en az on kişi bekler. Kimse ona bir şey demez. Çünkü o, caminin ağasıdır. Bağışladığı birkaç kuruş para karşılığında camiyi, bidat merkezi haline getirir. Çeşit,çeşit tiyatro çevirir. O Mukaddes Mabedin içinde, basitliğini,egosunu ve tatmin eder. Ne kadar ilginç değil mi?

-Bazı insanlar, camiye girerken ayakkabılarının altından suları damlata, damlata camiye girerler.
Sonra ayakkabılarının altından damlayan sularla yıkanan halıların üzerinde, huşu ve huzu içinde namaz kılar ve secde ederler. Ne kadar ilginç değil mi?

-Bazı insanlar, Cuma namazı için camiye girdiklerinde, en arkada durmayı alışkanlık haline getirirler. Ama aynı insanlar, tiyatro ve sinemaya gittiklerinde en önden yer bulmaya çalışırlar. Ne kadar ilginç değil mi?

-Eskiden alimlerimiz, müzik eşliğinde kılınan Namazların hükmünü tartışmışlar. O alimlerimiz, bugün yaşasalardı, cep telefonlarından yayılan fon müziği eşliğinde kılınan Namaza acaba nasıl bir fetva verirlerdi? Ayrıca Namaz sevgisiyle, sarımsak ve tütün sevgisini birleştirebilmiş; sarımsakperestlerin, tütünperestlerin kokusal saldırıları altında, içimiz dışımıza çıka,çıka kıldığımız Namazlara, nasıl bir fetva verirlerdi? Kendileri böyle bir ortamda, acaba nasıl Namaz kılarlardı? Camiye Namaz kılmak için gelen bir Müslüman, onlarca Müslüman’ın, bazen yüzlerce Müslüman’ın ibadetini sabote etmeden Namaz kılamıyor. Ne kadar ilginç değil mi? Kim demiş dinde reform olmaz diye. Birçok Müslüman Namazın şartlarına; geğirmeyi, sarımsak kokusunu, tütün kokusunu ve fon müziğini eklemiş durumda. Bu durumu ne acıdır ki, kabullenmiş durumdayız. Kimse bu durumun önüne geçemiyor.

Ne kadar ilginç değil mi?

77-Bir genç kız gelin olduğu evde, büyük acılar yaşar. Her gün dayak,küfür,hakaret ve acı içinde inim,inim inler. Çaresiz kalan kız, babasına bir mektup yazar. En kısa zamanda gelip, kendisini bu işkenceden kurtarmasını ister. Artık dayanamayacağını, içinde yaşam sevincinin kalmadığını belirtir. Mutlaka gelmesini ister. Bu şekilde arka arkaya birkaç mektup yazar. Babadan tek cümlelik, tek bir mektup gelir:

-Donun nerde çıktıysa,canında orda çıkacaktır.

Bu cümlenin manası çok açıktır. Baba kızına yardım edemeyeceğini, onun alın yazısının böyle olduğunu, bu hayatı çekmesi gerektiğini emretmektedir.

Artık tahammül gücünü yitiren kızcağız, kendini beş katlı binadan atarak intihar eder.Ama ne intihar. Kız öyle bir atlar ki, tepesi üstü yere çakılır. Şimdi hep birlikte düşünelim lütfen. Kan tahlili için elimize toplu iğne batırıldığında canımız yanıyor. Bir insan bu kadar canından bezdirilmese, hayat gözünde sıfırlanmasa, tatlı canına kıyarmıydı? Ne kadar hazin değil mi?
Kızın cenazesi memleketine gönderilir.Aradan birkaç ay geçer, ortalık yatıştıktan sonra, yeni bir gelin getirilir. Gelin, intihar eden kızın küçük kardeşidir. Ablasının acılar içinde kıvrandığı, cehennem hayatı yaşadığı bu eve, babası tarafından ikinci bir kurban adayı olarak sunulur. Hem de Evlilik adı altında. Ne kadar hazin, ne kadar ilginç, değil mi? Tarihen sabittir ki, atom bombasından yaralıda olsa, kurtulmayı başaranlar olmuştur. Ama lanet gelenek ve lanet törelerden kurtulmayı başaran yoktur. Ne kadar hazin değil mi?

78- Bir üniversite öğrencisi, kendisini çok seven bir arkadaşının, davetine icabet etmek için, yola çıkar. Arkadaşı köyde yaşamaktadır. Üniversite öğrencisi akşama doğru köye ulaşır. Yemekler yenilir, çaylar içilir. İki dost saatlerce sohbet eder. Muhabbet bittikten sonra, ev sahibi, misafirine yatacağı odayı gösterir. Allah rahatlık versin diyerek odadan çıkar. Gecenin yarısına doğru misafir genç, ihtilam olur. Misafir genç bu olaydan dolayı utanır, arkadaşının bu olayı bilmesini istemez. Gecenin yarısında büyük bir cesaretle, evden çıkar, köyün yakınından geçen ırmakta, buz gibi suda yıkanır. Zangır, zangır titreyerek tekrar kaldığı odaya geri döner. Gündüz olunca arkadaşından izin alarak şehre döner. Bu genç ilerleyen yıllarda, akademik kariyer yaparak Prf olur. Ne var ki, o gece, derdi kapmıştır. Zatürre olur. Ömür boyu bu hastalıkla yaşar. Profesör, bu olayı öğrencileriyle paylaştığında, öğrencileri:
-Hocam, neden arkadaşınıza söylemediniz, keşke söyleseydiniz, diye sorarlar.

Hoca şöyle cevap verir:

-O şartlarda böyle bir şey söylemem doğru olmazdı. Arkadaşımın aklına kötü fikirler gelebilirdi. Çünkü, ben bekardım, arkadaşım ise evliydi. Bir dedikoduya mahal vermemek için söylemedim der. Ne kadar ilginç değil mi? Renkli televizyonlara avuç,avuç para veren, düğünlerde akla hayale gelmedik israf yapan insanımız, misafir odasına küçük bir duş koymayı düşünmez. Çünkü,öncelikleri arasında değildir. Ne hazin değil mi?

79-Oruç, bedeni ve ruhu terbiye eder. Ama oruç tutan bazı insanlar, bedenen şişmanlarken,ruhen zayıflar. Ne kadar ilginç değil mi? Oruç, insanı sabır yönünden geliştirir. Ama, oruç tutan bazı insanlar, Ramazan'da hiç çekilmez olur.Evde,işyerinde, günlük hayatta kırar ve döker. Akşam Ezanını, elinde sigara ve çakmakla bekleyen insanlar vardır. Ne kadar ilginç değil mi?

80-Binlerce evimiz fay hatları üzerine kurulmuştur. En ufak bir depremde, bu evler yıkılır.
Binlerce evlilik de psikolojik fay hatları üzerine kurulmuştur. En küçük psikolojik bir depremde, bu evlilikler yıkılır. Evlerimizle-evliliklerimiz arasındaki benzerlik ne kadar enteresan değil mi? Çocukken, çocuklarımız oluyor bizim. Birilerinin sırtından inmeden, birilerini sırtlıyoruz bizler. Ne kadar hazin değil mi?

81-Ne hikmetse çok duygusal bir toplumuz. Şarkılarımıza bakınız. Buram,buram duygusallık kokar. Türkülerimize bakınız. Buram buram duygusallık ve hüzün kokar. Filimlerimize bakınız. Hep duygusallık vardır. Belli temaların dışına asla çıkılamamıştır.
Şarkılarımızda,türkülerimizde,filmlerimizde, eğitici, öğretici ve geliştirici unsurlar o kadar azdır ki..Bakınız...Bu ülkede yaşayan her insan, bu vatan için ölürüm der. Ama, her sene Kıbrıs Adası kadar toprağımız, erezyonda heba olur. Binlerce hektarlık ormanımız, cehalete kurban olur. Başka ülkeler, çölü ormana dönüştürürken, bizim sevgimiz, uğruna ölmek istediğimiz toprakların, her geçen yıl biraz daha çölleşmesine mani olamaz. Nasıl bir sevgidirki, binlerce dönüm ormanımız yanar da gözümüzden bir damla yaş gelmez. Bu vatan için ölürüm diyen insanlar, canlarını bu vatana hibe eden insanlar, emeklerini ve alın terini bu vatandan esirgerler. Ölmek suretiyle vatanımızı seviyoruz,çalışmak suretiyle değil. Ne kadar enteresan değil mi? Bu vatan için ölmeye hazır binlerce genç, bu vatan için bir sanat öğreneyim demez, bir lisan öğreneyim demez, bu vatan için bir şeyler yapayım demez. Ama, bu vatan için ölür. Ne kadar hazin değil mi?
Velhasıl; sevgilerimiz,söylemlerimiz,hayata bakış açımız hep duygusaldır. Hamasetten öteye geçmez. Ne kadar ilginç değil mi? Kurutan, çölleştiren bir sevgi anlayışı sanırım bize mahsus. Ne kadar ilginç değil mi?

Mesela:Kadın, kocasını çok sevdiğini söyler. Ama, için için ona bir güvensizlik taşır. Devamlı kuşku ve şühhe içindedir. İnsan çok sevdiği bir insana nasıl güvenmez ve güvenmediği bir insanı nasıl çok sever, ne kadar ilginç değil mi?

Mesela: Koca, karısını çok sevdiğini söyler. Ama, arkadaşlarına ve çevresine ayırdığı zamanın üçte birini, karısına ayırmaz. Ne kadar ilginç değil mi?
Birbirini çok sevdiğini söyleyen eşleri, dostları, arkadaşları zor günler test eder. Hastalıklar, musibetler, muhtelif problemler vesaire. Kara Gün diye iftira ettiğimiz Aklayıcı Günler, sahte sevgilerle gerçek sevgileri birbirinden hemen ayırdeder. Dolayısıyla Kara Gün dediğimiz günler, aslında aklayıcı günlerdir. Ne kadar ilginç değil mi?
Zor günler yaşayan birisi, zor günlerinde kendilerini geri çeken dostlarına, durumunu düzelttikten sonra şöyle bir mektup göndermiş:

Kahveler pişti,gel
Köpüğü taştı,gel
İyi günün dostu,
Kötü gün geçti,gel.

Ne kadar hazin değil mi?

Mesela: Bir insan KK'mi çok sevdiğini söyler. Onu yedi kat yeşil ipekler içinde kumaşa sarar, evin en yüksek yerine asar. Halbuki bırakın diğer surelerini,günde kırk defa okuduğu Fatiha Suresiyle yakın bir iletişim kurmaz.Şapur şupur öptüğü, yeşil kumaşlar içinde evin en yüksek yerine koyduğu KK'min hükümlerinin bir çoğunu, ayakları altında çiğner. Çünkü,bu insanın algı dünyasında KK, kağıt ve mürekkep olarak yer almaktadır. Ne kadar hazin değil mi? O'nu ölüler arkasından okur ama, O'nun'la ölü kalbini diriltmeyi düşünmez. Ne hazin değil mi?

Bir kıyaslama yaptığımızda, ne kadar kıymetimiz varsa mezardadır. Bizler hep mezardaki kıymetlerimizle övünürüz. Ama bu kıymetlerin yenisi yetişmemiştir.Yeni Mimar Sinan’lar, Yeni Itri’ler, yeni Fatih’ler, yeni Gazali’ler, yeni Mevlana’lar, yeni Yunuslar, yeni Dede Efendiler, Yeni Farabiler, Yeni Edebali’ler…

Halbuki kendisiyle övündüğümüz Mevlana Hazretleri şöyle buyurur:
“ Dün geçti a cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım…”
Ne kadar enteresan değil mi?

Hayata karşı, patates gibi bir duruşumuz var.Çünkü, patatesinde gövdesi yerin altındadır. Ne kadar hazin değil mi?

82-Evli bir kadın, yıllarca çocuk yapmak için uğraşır. Uzun,uzun tedaviler görür. Nihayet, çocuk sahibi olmayı başarır. Artık kısır kadın denmekten kurtulmuş, doğurgan kadın olmuştur. Tabir yerindeyse, statü atlamıştır. Böylece aile içindeki konumunu da sağlamlaştırır. Ne hazindir ki,kendisine statü atlatan, doğurgan kadın rütbesine terfi ettiren bu çocuk için, bir tane çocuk eğitim kitabı bile okumamıştır. Ne kadar hazin değil mi? Şimdi hep birlikte düşünelim lütfen. Hiç tanımadığınız bir insan, sizi çok sevdiğini, sizi mutlaka evine misafir etmek istediğini, söyleyip duruyor. Sürekli, size olan muhabbetinden dem vuruyor. Yıllardır, evine davet ediyor. Sizi en güzel şekilde ağırlamak istediğini söylüyor. Nihayet davetini kabul ediyor, verdiği adrese gidiyor ve misafir oluyorsunuz. Ama, ne misafirlik…Hiç kimse, sizinle ilgilenmiyor. Sürekli yok sayılıyorsunuz. Kimse sizin farkınıza varmıyor. Neler hissederdiniz?

Benzerlik ne kadar enteresan değil mi?

83-Bir iş adamının ofisine; elbisesi eski, fakir, maddi durumu vasat bir müşteri gelir. İş adamı,o müşterisini karşılamak için ayağa kalkmaz. İş görüşmesi sırasında; çay, kahve, içecek bir şeyler ikram etmez.
Birazdan aynı müşterinin üzerine, zengin, elbisesi yeni bir müşteri gelir. Ofis sahibi hemen ayağa kalkarak o müşterisini karşılar. Hürmet,iltifat boldur. Çay, kahve, ayran, peş peşe gelir. Fakir müşteri ise, zengin müşterinin sayesinde, çay, kahve, ayran içmiş olur. İşte bu, bir insana bir şeyler ikram ederek de aşağılamanın modern bir versiyonudur. Ne kadar hazin değil mi? Kendisine sadece zenginliğinden dolayı hürmet gösterildiğini bilen o müşteri, içtiği çay ve kahveden acaba nasıl lezzet alır? Bu nasıl bir duygu acaba? Ne kadar ilginç değil mi?

Halbuki ikisi de müşteridir. Ama muamele farklıdır. Ne kadar acaip değil mi? Eğer o fakir müşteri, aynı tipi, aynı haliyle ama kılığı kıyafeti ve maddi durumu iyi olarak, yeniden oraya gelseydi, biraz önce sessizce aşağılanan eski hali gibi, muamele görmeyecek, izzet ve ikrama boğulacaktı.

Sanırım Yüce Mevlana bu sözü böyle bir durum için söylemiş olsa gerek:
“Ben ne insanlar gördüm, üzerinde elbise yok,
Ben ne elbiseler gördüm içinde insan yok”

Ne hazin değil mi?

84-Eskiden problem çözen, gözyaşı dindiren, kalbe sevinç koyan insanlara, iyi insan deniyordu. Şimdi ise kötülük yapmayan, zarar vermeyen insanlara, ne kadar iyi insan deniyor. Ne kadar ilginç değil mi?

85-Binlerce insanın katıldığı devasa bir kültür merkezinde, Mevlüt Kandili Programı icra edilmektedir. Kültür merkezi hınca hınç dolmuştur. Binlerce insan, okunan şiirleri, gözyaşları içinde dinlemektedir. Çünkü, Peygamberimiz (SAV) anlatılmaktadır. Program bittiği zaman, kültür merkezinin her tarafı, çikolata jelatinleriyle, kuruyemiş kabuklarıyla perişan bir haldedir. Şimdi bu insanlar, Peygamberimizi ve onun evrensel öğretilerini anlamışlarmıdır? Peygamberimizle ve Allah Dostlarıyla kurduğumuz iletişim, neden duygusal olmaktan öteye geçmiyor? Neden, bir türlü, kabuğu kırıp öze inemiyoruz?

Çok sevdiğim bir hikaye vardır:
Bir Allah Dostu, Peygamberimizi öyle anlatır ki, dinleyenlerden birisi duygularına hakim olamayarak, şöyle der:
-Ya Rasulallah! Keşke senin ayaklarına sürünen bir köpeğin olsaydım.
Allah dostu, bu sözü söyleyen kişiyi iyice süzdükten sonra şöyle der:
Efendi,Allah Rasulune Ümmet olma şerefi, sana şeref olarak yetmiyor mu?

Ne kadar ilginç değil mi?

Dünyanın her yerinde haklı bir şöhreti olan büyük İslam Alimi Mevlana Hazretleri, bir çok ülkede yılın adamı seçilmiştir.İsmi, bir çok kültür merkezine verilmiş, O'nu ve öğretilerini anlamak için binlerce araştırma yapılmış, makaleler yayınlanmıştır. Bizim Mevlana Hazretleriyle kurduğumuz iletişim ise, çok enteresandır. Ona olan sevgimizi, adını böreğe,şekere vererek göstermişiz. Ne kadar ilginç değil mi? Mevlevi öğretisinde,zikir kabul edilen sema gösterileri, ne acıdır ki, bugün çok suistimal edilmektedir. Bir çok din tüccarı tarafından ekonomik bir faaliyet olarak icra edilmekte, içi boşaltılmaktadır. Ne hazin değil mi?

Dünya çapında meşhur olmuş, markalara bakınız…Bunlar ürettiği mallara kendi ismini vererek, isimlerini marka yapmışlar:

Mercedes,
Henry Ford,
Helena Rubinstein,
Mac Donald,
Robert Bosch,
Cristian Dior,
Calvin Clein,

Adam, ismini kalitenin referansı olarak sunuyor. Ama biz, ürettiğimiz kalitesiz eşyalara ve bir takım gıda maddelerine İslami isimler veriyor, din büyüklerinin adını koyuyoruz. Bunu yapan insanlar, bu şekilde hem din tüccarlığı yapmış oluyor, hem de kalitesizlikle dini, bir eşyada birleştiriyor. Ne hazin değil mi? İslam’ın büyüklerini ve dinin mukaddes kavramlarını, yiyecek ve içeceklere ve bir takım eşyalara ad olarak vermek, ancak din tüccarlarının aklına gelebilirdi. Şimdi elinizi vicdanıza, vicdanınızı Kur’an’a havale ederek düşünün lütfen. Bir içecek veya bir gıda maddesi, başka isimler altındayken sağlığa zararlı oluyor da, İslami isimlerle çıkınca nasıl yararlı oluyor? Bir anda satış rekorları kırıyor. Ne kadar hazin değil mi?

86- Bazı ülkelerde süt ve gazete, sabahın erken saatlerinde, akülü arabalarla evlere ulaştırılıyor. İnsanlar; sabah,sabah rahatsız olmasın diye, böyle bir hassasiyet geliştirilmiş. Ne kadar ilginç değil mi? Ama, bizim ülkemizde, bir çok yöremizde, sukuneti ya rüyanızda, ya dağ başlarında veya orman kuytularında bulabilirsiniz. Bilmem kaç desibelt şiddetinde gürültüyle her gün sarmaş dolaş yaşamak, kaderimizdir sanki.

Takımı galip gelen yüzlerce insan, gece gündüz ayırdetmeden sokaklara çıkar, konvoylar halinde höykürür. Hızını alamazsa, höykürme seansına silahları da katar. Birkaç kişiyi takımın galibiyet şerefine koç gibi boğazlar. Höykürme yeteneğinin yanında, keskin nişancılığını da ispatlamış olur.

Gerek evlilik, gerek sünnet düğünlerinde yüzlerce insanımız höykürür. Bu höykürme seansları bazen günlerce sürer. Düğün evinin yakınında ikamet eden insanlara, bir kaç günlüğüne orayı mecburen terk etmek düşer. Höykürmeyle hızını alamayanlar, silahları da höykürme seansına sokarlar. Höykürme seansına, silahlarda katılır. Bir kaç talihli, damat ve gelinin şerefine koç gibi boğazlanır. Bazen bu talih kuşu, bizzat gelin ve damadın başına konar. Sevgili höykürme rekortmenlerimiz, gelin ve damadı hem höykürmeleriyle, hem de silahlarıyla onurlandırmış olurlar!… Ne kadar ilginç değil mi?

-Bir camide, hoş bir vaaz dinliyorsunuzdur. Ya da çok güzel bir KK tilavetiyle dalıp gitmişsinizdir. Ses, sizi bir yerlere götürmüştür. Öyle bir höykürme sesiyle kendinize gelirsiniz ki…kalbinizin ritimleri bozulur adeta…Pek muhterem din kardeşiniz cezbeye gelmiş ve höykürme transına girmiştir. Züccaciye dükkanına ansızın giriveren fil gibi, mavi dünyanızın içine ansızın girivermiş ve edeceğini etmiştir.

-Yeni bir taksi veya motorsiklet alan genç, gece vakti motoruyla öyle bir höykürür ki, yataktan havaya sıçrarsınız. Delikanlı motorun höykürmesiyle doyuma ulaşmamış olacak ki, motorsikletin teybinden, müzik kılıklı bir anırtıyı, höykürme seansına katar. Bulunduğu şehrin altını üstüne getirir. Bu höykürme yüzünden;

-Hamile bir kadın düşük yapacakmış,
-Küçük bir çocuk, küçük bir bebek, korku yaşayıp, yıllarca antidepresian ilaç kullanacakmış,
-Şiddetli ağrıları yüzünden günlerdir inim, inim inleyen ve daha yenice uykuya dalabilmiş bir hasta, o büyük nimet olan uykusundan acılar içinde uyanacakmış,
-Şiirine iyice odaklanmış bir şairin duygu yüklü dünyası, bir anda allak bullak olacakmış,
-Yarın önemli bir dersinden sınavı olan öğrenci, dersinden yarım kalacakmış…
Bunların hiç önemi yoktur.
Yeter ki, genç, ilahı haline getirdiği narsistik benliğini tatmin etsin.
Yeter ki, hızın hazzını yaşasın.
Yeter ki, hazları tatmin olsun. Gerisinin ne önemi var…
Ne kadar ilginç değil mi? Ne kadar hazin değil mi?

87-Çeşitli meslek kollarına mensup insanlar, mesleklerini güzelce icra edebilmek için, çalışma mekanları olan ofislerini en güzel, en verimli,en kaliteli şekilde dizayn ederler. Ofisi için hiçbir fedakarlıktan kaçmazlar. En ufak bir ayrıntıyı göz ardı etmezler. Şeytan’da mesleği olan şeytanlığı icra etmek için, bazen çok ilginç yöntemler kullanır. Bazı insanların kafa,kalp ve gönüllerini ÇALIŞMA OFİSİ olarak kullanır. Ne kadar enteresan değil mi? Aklını,kalbini, şeytana ÇALIŞMA OFİSİ olarak kiralayan bu insanlar, akşama kadar; gözyaşı akıtmak, kalp kırmak, yuva yıkmak, bir insanın kurulu düzenini tarumar etmek, gariplerin ekmeğini elinden almak, hep sorun çıkarmak ve problemin bir parçası olmaktan, amansız bir zevk alırlar. Ne kadar hazin değil mi?

88-Afrika’da filleri avlamak için avcılar, filin en sevdiği yiyecekleri gelip geçtiği bir yol üzerine bırakırlarmış.Fil o yiyecekleri yemek için yaklaştığında, kendisini içinden hiçbir zaman çıkamayacağı büyük bir çukurun içinde bulurmuş.Çünkü, o yiyeceklerin altında, kocaman bir çukur varmış.
Yaşadığımız bir çok olay, filin çok sevdiği yiyecekler uğruna, dev çukura düşmesine ne kadar da benziyor.
Bazen genç ve güzel bir kız, bir genç delikanlıyla sadece tipi yüzünden evlenir. Sonra,zulüm, kabalık,ahlaksızlıkla örülmüş kocaman bir çukurun içinde bulur kendini.
Bazen genç bir delikanlı, sadece güzelliği yüzünden bir kızla evlenir. Sonra sorumsuz,kaygısız,alıngan,kırılgan özelliklerle örülmüş kocaman bir çukurun içinde bulur kendini.
Filler için hazırlanan çukurlarla,insanlar için hazırlanan çukurlar ne kadar da benziyor. Fillerin içine düşeceği çukur, leziz yiyeceklerle örtülürken, insanların içine düşeceği çukurlar; cilalı suratlar, şişkin cüzdanlar, parlak sözlerle örtülüyor. Ne kadar ilginç değil mi? Arada bir fark var ki,hiçbir fil diğer filin içine düşmesi için, çukur kazmamıştır. Ama öyle insanlar var ki,başdanışmanı şeytanın da yardımıyla öyle çukurlar kazar ki, danışmanı şeytan bile şapka çıkarır. Ne kadar hazin,ne kadar ilginç değil mi?

89-Bir sigara tiryakisi, sigarasını yakmak için, eli sigaralı bir adam arar. Caddede,yolda elinde sigara gördüğü ilk insana yaklaşır:
-Birader, ateşini alabilir miyim der. Diğer taraf daha evet demeden o genç eğilir ve sigarasını yakar. Çünkü, onun ateşi vereceğinden yüzden yüz emindir. Ne kadar ilginç değil mi? Yine iki sigara tiryakisi yan yana geldiğinde, birbirine sigara ikram ederler. Sigarayı ikram ederken ve ikramı kabul ederken tiryakilerin yüz hatlarında oluşan memnuniyete dikkat ediniz. Alanda, verende o kadar memnundur ki, yüzlerinde adeta bahar çiçekleri açar. Sanki dünyalar onlara bağışlanmıştır. Ne kadar ilginç değil mi?

90-Bir ara Milli Takımımız, Avusturya’yı 5-0 mağlup etmişti. Avusturya’da çalışan bir işçimiz bu maçı patronuyla birlikte izlemiş. Maç bitince işçimiz:
-Size beş tane geçirdik patron,diye takılmış. Patron kahkahalarla gülerek şöyle demiş:
-Biz yıllardır yüzbinlerce insanınızı, kapımızda işci olarak çalıştırıyoruz ya. Sen asıl buna bak demiş. Tabi işçimiz donup kalmış. Ne kadar hazin değil mi?

Amerika, futbolda çok iddialı bir ülke değildir. Bir çok ülke Amerika’yı, futbolda yenmiştir. Ama Amerika, bugün askeri ve siyasi açıdan hala bir numara olmaya devam etmektedir. Hiç dikkat ettiniz mi, adamların uluslar arası telefon kodu bile 1, ne kadar ilginç değil mi?

Bizde ise, Türk Ekonomisinin Milli Takımın başarılarıyla büyük ivme kazanacağını savunan, büyük düşünce ikonları çıkmıştır. Ne kadar ilginç değil mi?

Evet…Ecdadımızın at nallarıyla tozuttuğu toprakları, onların torunları olan bizler, çöp süpürgeleriyle tozutuyoruz. 1400 senedir haydin kurtuluşa diye çağıran dinimizle kurtulamayan bizler, kapısında bulaşıkçılık, hizmetçilik yaptığımız Batı'yı hangi kimlikle, nasıl islam’a davet edeceğiz? Ne hazin değil mi?

91-Bizler bir doğruya ulaşmak için, en az on tane hata yaparız. Tabir yerindeyse, kaşın üzerinden çöp alırken, adeta gözü patlatırız. Bir çiçeğe ulaşmak için, yüz tane fesleğen çiğneriz. Ne kadar ilginç değil mi? Halbuki bilgelik, on yanlışı kullanarak bir doğruya ulaşmak değildir. Yanlışları, mümkün mertebe minimize ederek, hatta sıfırlayarak doğruya ulaşmaktır.

Yine tabir yerindeyse, bir parmak bal için, bir kilo keçiboynuzu çiğneriz.

Mesela bir camide namaz kılmayı adet haline getirmiş bir mümin namaz kılasıya kadar bir çok yanlış yapar…

-Ağız kokusuyla çevresindeki insanları rahatsız eder.
-Fıs, fıs sesliye yakın bir tarzda okuduğu ve yanındakilere zorla dinlettiği surelerle, insanları rahatsız eder.
-Cep telefonunu kapatmayı sık,sık unuturak, telefonundan müzik yayını yapar.
-Safta durduğu yer yanlıştır. Başkalarının hareket alanını daraltır.
Bakınız, bir hayır için kaç tane şer işlenmektedir. İşin en garibi, kul hakları tevbe ve istigfarla asla temizlenemez. Mutlaka helallık almak gerekir. Bu hataların hepsi kul hakkına girmektedir. Ne kadar ilginç değil mi? Cep telefonunu, ihmali ve sorumsuzluğu yüzünden kapatmayı unutup, yüzlerce insana, Cuma Namazında fon müziği dinleten bir insan, oradaki bütün insanların hakkını ihlal etmiştir. Pekiyi bu kadar insandan nasıl helallık alacak acaba?

Mesela evlenmek sünnet deriz. Ama evliliğe ulaşasıya kadar onlarca hata yaparız.
Evleneceğimiz güne kadar ya flört ederiz hatta bu flörtleri dini sohbet adı altında yaparak birde kılıf uydururuz, ya da kırmızı çizgileri bir şekilde ihlal ederiz.
Yanımızdaki kendimizi tanımayız. Bir türlü tanıyamadığımız kendimize, eş seçmeye çalışırız.
Düğünlerde israf ederiz.
Kendimizi olduğumuzun üstünde veya altında tanımlarız.
Hissetmediğimiz şeyleri söyler,söylediklerimizi hissetmeyiz.
Rol yaparız.
Yaşamdan sorumluluk almayız.
Bunlara benzer onlarca hata yaparız. Bir sünnete ulaşmak için, onlarca harama gireriz. Ne kadar ilginç değil mi?

Evlilik içinde de yanımızdaki insana bol,bol eziyet ederiz. Eziyetin haram olduğunu bilmeyiz. Ne kadar ilginç değil mi?

Mesela bir arkadaşımızın hatasını düzeltmek isteriz. Onu düzeltirken daha büyük çamlar deviririz. Bir hatayı düzeltmek için, on tane hata yaparız.Ne kadar ilginç değil mi?

92-Bayan S, bir üniversitenin son sınıfında öğrencidir. Aynı okulda okudukları H nin kendisine olan ilgisini keşfetmekte gecikmez. Bayan S, H nin bu ilgisinden oldukça memnundur. Çünkü H, tam aradığı tiptir. Onun kendisini seyretmesinden, hayran,hayran bakışlarından, müthiş keyif alır. H nin yanıp yakılarak kendisini seyrettiğini, gidip-geldiği yoldan kendisini takip ettiğini görmek, bayan S'nin çok hoşuna gider. Bütün bunları bilmesine rağmen, bir şey yokmuş gibi davranır. H, hiçbir zaman Bayan S nin kendisine bir defa olsun hayran,hayran baktığını göremez. Çünkü, bayan S, müthiş bir taktisyendir.

Bayan S, H nin kendisine evlilik teklif etmesini; için,için arzu etmektedir. S nin de H ye olan sevgisini yakından bilen arkadaşı P, S ye hitaben:
-Sen İslami referansları olan bir insansın. Madem H yi çok beğeniyorsun, çok seviyorsun. O zaman, gidip ona olan sevgini neden belirtmiyorsun? Sende, sevdiğini söyleyebilirsin, sende ona evlilik teklif edebilirsin, doğru olan bu değil mi dediğinde, H kurnaz, kurnaz gülerek şöyle cevap verir:

-Ne kadar safsın. Evet bu çocuk tam aradığım bir tip. Ama, ben ona olan sevgimi söylersem, olaya mağlup girerim. Ama teklif ondan gelirse ilişkiye bir sıfır galip girerim. Böyle bir şansım varken, bu ilişkide neden ağırlımı kaybedeyim? Ağırlığımı yeğniltmemeliyim. Teklif, mutlaka ondan gelmeli der.

İnsanın en asil duygularından olan sevgi, günümüzde tam bir taktik savaşına dönüşmüş. Ne kadar hazin değil mi? Hissettiğini söylememek, bir şey yokmuş gibi davranmak, kendisine yönelik güzel bir duyguyu, bu duyguyu hisseden insana, bir silah olarak yansıtmak ne kadar hazin değil mi? Ne kadar ilginç değil mi? Burada H nin, S ye karşı hissettiği duygular, bir silah olarak H nin kendisine yöneltilmektedir. Ne kadar hazin değil mi?

93-Bir gözlemci, bir hayvanat bahçesinde kocaman fillerin küçük bir iple bağlı olduklarını gözlemiş. Kocaman fillerin isteseler basit bir zorlamayla o ipi paramparça edeceklerini düşünmüş. Bu düşüncesini fillerin bakıcısıyla paylaşmış. Bakıcı şöyle cevap vermiş:

"Filler çok küçükken onları bağlamak için bu aynı ipi kullanırız ve o yaşta, bu ip onları bağlamak için yeterlidir. Filler büyürken,
kaçamayacaklarına inanmaya şartlandılar. İpin hala onları bağlı tutacağına inanıyorlar,bu nedenle asla kaçmaya çalışmıyorlar"

Fillerin yaşadığı bu dramla, bizim yaşadıklarımız arasında pek fark yoktur. Yaşamımızın sihirli yılları olan 0-6 yaş arasında binlerce defa;
-Geri zekalı,
-Aptal,
-Kabazeyin,
-Salak,
-Senden adam olmaz,
Yapamazsın,edemezsin,anlamazsın,sakın yapma, kıpırdama,hoplama,zıplama gibi kelimelerle bilinçaltımız işgal ediliyor. Bir nevi filin ayağındaki ipler neyse, bilinçaltımıza girip olumsuz benlik geliştirmemizi sağlayan, bize binlerce defa telkin edilen kelimelerde, aynen o ipler gibi yüreğimizi,cesaretimizi,atılganlığımızı kıskıvrak bağlıyor. Ne zaman bir hamle yapsak, hemen o telkinler bir sihirbaz gibi, etkisini gösteriyor ve başaramayacağımızı düşünüp vazgeçiyoruz. Filleri ipler, bizleri kelimeler bağlıyor. Ne kadar hazin değil mi?

Bundan daha hazini ise bilinçaltı,olumsuz benlik geliştirici kelimelerle işgal edilen bizler, ilerde başarısız olduğumuzda, büyüklerin;
-Ben zaten sana söylemiştim, sen adam olmazsın diye, nasıl, gördünmü, bak , benim dediğim oldu demeleridir.
Ne kadar hazin değil mi? Bu durum Temelin fıkrasına ne kadar da benziyor:

Temel bilim adamı olarak, pireler üzerinde araştırma yapmaktadır. Pirelere, zıpla dediğinde, zıplamayı öğretmiştir.
Pirenin bir ayağını koparır, pireye zıpla der, pire zıplar.
Sonra diğer ayağını koparır, zıpla der, pire yine zıplar.
Pirenin bütün ayaklarını bu şekilde kopardıktan sonra, pireye zıpla der. Tabi pirede hiçbir hareket görülmez. Temel bilgiç,bilgiç başını sallayarak günlüğüne şu notu düşer: Temek ki, pirelerin pütün ayakları kopunca, pireler sağır oliy.

Yetişme çağımızda, ayaklarımız, pirelerin ayakları gibi koparılıyor, potansiyelimiz budanıyor. Sonra;
-Ben söylemiştim, senden adam olmaz diye, bak, nasıl da dediğim doğru çıktı,deniyor. Ne kadar hazin değil mi?

94-Hepimiz; potansiyelimizi budayan, hayatımızı karadelikler gibi yutan, gece gündüz her hareketimizi sınırlayan geleneklerin ve içinde bulunduğumuz bu kültürün müdahalesinden şikayet ederiz. Bir yandan da, gizli gizli bu kültürü, bu gelenekleri, beslemeye devam ederiz. Ne kadar ilginç değil mi? Bizler, bu anlamda katilini emziren anne gibi,tuzağına koşan tavşan gibi,celladını besleyen mahkum gibi davranmış oluyoruz. Ne kadar hazin değil mi?

95-Bir kadının, şikayetçi olduğu ana kuzusu Cafer diye tiplediği, çekinken ve ürkek bulduğu kocası, ne acıdır ki, hemcinsi olan bir kadının ürünüdür.Çünkü ülkemizde binlerce kadın, hayata erkekler vasıtasıyla tutunmaktadır.Anne, erkek çocuğunu, gelecek garanti belgesi gibi algılamakta, onun erkeksi kimliğini sulandırarak katıksız itaat adı altında bir nevi köleleştirmektedir. Bu tarz ailelerde baskın dominant annedir zaten. Böylelikle bir kadının erkeksi bulmadığı çekingen ve ürkek bulduğu kocası, kendi hemcinsi olan bir başka kadının ürünüdür. Yani en büyük pay, kayınvalidesine aittir. Bu anlamda kadın da kadını ezmektedir. Ne kadar ilginç değil mi? Yine ne hazindir ki, kocasını ana kuzusu Cafer diye eleştiren kadın, kendi oğlunu da ana kuzusu Cafer olarak yetiştirmeye devam eder,bilerek veya bilmeyerek. Bu kısır döngü sürüp gider. Ne hazin değil mi?

Yine bir erkeğin cinsel açıdan soğuk bulduğu, asosyal diye nitelediği karısı, kendi hemcinsi olan bir başka erkeğin ürünüdür. Yani kayınpederinin ürünüdür. Çünkü baba, babalık otoritesini kutsallaştırmış, kızının kadınsı kimliğinin gelişmesi için evde gerekli olan ortamı hazırlamamıştır. Böylelikle genç kız, babasından yeteri kadar sevgi ve şefkat görmemiş, katı disiplin altında ezilmiş, asosyal bir kimlik kazanmıştır. Bu anlamda bir erkeğin şikayet ettiği cinsel soğuk diye nitelediği karısı, yine bir başka erkeğin ürünüdür. Ne kadar ilginç değil mi? Karısının kadınsı kimliğini sorgulayan koca, ne hazindir ki, kendi kızında da aynı yanlışları tekrar eder, bilerek veya bilmeyerek. Ona gerekli sevgi ve şefkati göstermez. Bu kısır döngü sürüp gider. Ne kadar ilginç değil mi?

96-Bazı ülkelerinin aile yapısıyla, devlet yapısı arasındaki benzerlik ne kadar dikkat çekicidir. Aileler, çocuklarının içindeki potansiyeli geliştirmek, onları geleceğe hazırlamak için çalışması gerekirken; yani geliştiren ebeveyn olması gerekirken, emir veren yani komutan ebeveyn olmayı seçmişlerdir.

Devletinde, halkını gelişmiş ülkeler seviyesine çıkarması, hak ve özgürlükler açısından geliştirmesi gerekirken, emir veren yani komutan devlet olmayı seçmiştir. Komutan devlet anlayışıyla, komutan ebeveyn anlayışı ne kadar enteresandır.

Benzerlik ne kadar ilginç öyle değil mi? Komutan ebeveynlerde, en çok sevilmeyen çocuk, farklı düşünen çocuktur.
Komutan devlet anlayışında en büyük suç, düşünce suçudur.Bu yüzden en büyük cezalar düşünceye verilen cezalardır. Ne kadar ilginç değil mi?

Nusret KARDELEN

HER ŞEY MAVİSİNİ YİTİRMİŞ BİR HAYATIN YENİDEN İNŞAASI İÇİN.


Kategoriler

- Başarı - Eğitim - Kişisel Gelişim - Hedef - Ticaret - Muhammed Bozdağ - İletişim - Nasihatler - Kariyer - Dua - Para - istemek - çalışmak - İslam - Abdülhamid Han - iş hayatı - Haber - Ekonomi - Osmanlı Sultanları - Rizik - Karar - Meslek - Osmanlı - Zaman Yönetimi - şükür - Motivasyon - Liderlik - Hedef Belirlemek - II. Abdülhamid Han - alışveriş - Para Kazanmak - istek - Arastirma - Osmanlı Devleti - yaşam - çalışmanın hedefi - Kriz - Hikayeler - Sorumluluk - İşsizlik - özgüven - Dünya Hayatı - Zaman - Nimete şükretmek - İslami ölçüler - içtenlik - duanın kabulü - İmaj - Modelleme - Helal Kazanç

MollaCami.Com