Kariyer | Konular | Kitaplık | İletişim

Huzur Nasıl Yaşanır?

Şu içerisinde yaşadığımız çağdaki insanlara ve hayata baktığımızda gördüğümüz, genellikle, çelişik yaşamlardı.Mutluluğu yaşamak isteyen insanlık çoğunlukla mutsuzluğun göbeğine saplanmış durumdaydı.Hiç olmazsa bu dünyanın geçici olduğunu ve bir baki hayata hazırlık konumunda bulunduğunu bilerek yaşayan insanların bu mutsuzluk sendromundan kurtulmuş olduğunu görebileceğini sanıyordu insan.Oysa gerek dünyayı kalıcı imiş gibi yaşamayı hedeflemiş olanların, gerekse bu dünyayı geçici olarak yaşaması inancının gereği olan insanların yıpratıcı ikilemler içerisinde yuvarlanıp gittiğini görmek şaşırtıcı bir durum arzediyordu.

Baki bir hayatta ebedî bir saadet için yaratılan insanın fani bir diyarda sınırlı lezzetlerle tatmin olamadığı için huzursuzluğa düşmesini rahatlıkla anlayabiliyordunuz. Gerçek ehl-i dünya tam da bu yüzden huzursuz durumdaydı. Yani, anlaşılır bir durumdu onların huzursuzluğu.



Haydi ehl-i İslâm’ın maalesef dünyayı dine tercih edenlerini de geçelim. Onlar da, ne yazık ki, çelişkiyi baştan tercih etmişlerdi. Zaten, böylelerin hayatları, yaşantılardaki bu çelişki çok fazla farkedilemeden geçip gidiyordu. Öte yandan, çelişkiyi dibine kadar yaşayan kıyıdaki insanların ise hayatlarının gerçeğiydi çelişki. İslâm’a doğru bir tazyik, bir doğum sancısı idi onlarınki.

Ama İslâm’ı tercih etmeleriyle selametli bir yola yönelmiş bulunan insanlar nasıl oluyor da selametten mahrum çelişik bir yaşamın ortasına düşebiliyorlardı? Bilerek, kastederek İslâm’ı tercih eden, şu ahirzaman şartları içerisinde dahi İslâm’ın temel prensiplerini yerine getirmeye çalışan ehl-i İslâm’a ne oluyordu? Nedendi onların huzursuzluğu?

Etrafımıza baktığımızda, gerçekten huzurlu olanların çoğunlukla İslâm’ı yeni tanıyarak yaşayanlar olduğunu görüyorduk. Şimdilik tam olarak tanıyamadıkları için mi huzurlu günler geçiriyorlardı? Ve sonradan İslâm’ın gerçekleri görülmeye başlandığı için midir ki başlangıçtaki bu huzur hâlinin yerini huzursuz bir şekilde huzurdan, huzur-u ilâhîden bir kaçış, bir usançlı saklanış hâli almaktaydı? Bu yaşananlar, başlangıçta yakalanan samimiyeti, perdesiz muhatabiyeti bozan yaklaşımlarla, aceleci tavırlarla başlayan bir içsel huzursuzluğun yansıması mıydı yoksa? Huzurdan mahrum, selametten yoksun halde yaşanan bu ‘İslâmî’ hayatın arkasında, ameli yanlışlıkla merkeze alan bir nazar mı gizliydi?


II.

İbadetsiz bir yaşantı, elbette ki, gerçek çelişkinin ta kendisidir. İster bu çelişki farkedilerek ciddi sıkıntılara girilsin, isterse çeşitli uyuşturucularla bu çelişkinin sancıları hissedilemeyecek derecede uyuşulsun, gerçek değişmeyecektir. Çünkü insan varoluşu gereği bu varlık âleminin ve bu âlemin ortasında kendi varlığının gerçekliğini ve nedenini araştırmak durumundadır. Şuurlu bir arayışın neticesinde ise, herşeyi mükemmel bir bilgi ve letafetle birbirine ilişkilendirerek bu sonsuz güzelliği var eden Birine ulaşamamak hemen hemen imkânsızdır.

Vahye muhatap olmaktan özellikle çekinmeyen her bir insanın, vahyin ışığında şu âlem içinde kendi varlığını sorgulaması sonucu ‘iman’ ve ‘ibadet’ gibi birbirini tamamlayan iki kavramla tanışması kaçınılmazdır. İslâmiyet ise bir ibadetler bütünüdür ve ‘ulaştıran bir yol’dur. Yola koyulan insanın—yolun nihayetine varanlar kadar olmasa da—kalbî bir huzuru, ruhî bir dinginliği yakalamış olması bulunduğu hâlin gereğidir.

Zira, gerçekte, huzurdur İslâmiyet. İç barıştır. Mutluluktur. Çünkü, İslâmiyet ile insana yokluğun, ölümün ve fenanın kuşatması altında her türlü gerçekliğin, her türlü lezzetin anlamını yitirdiği bu ortamdan çıkış kapısı aralanmaktadır.

Ki, bu dine ‘huzur’ anlamındaki ‘İslâm’ adını takan ile, bizi yaratarak şu hayatın içerisinde fazlaca sorunla yüzyüze kalmadan kendisine yönelebilmemizi isteyen, aynı Zât’tır.

Bu Zât’ın şu kâinatı dolduran varlıkları yaratmadaki özenine baktığımız zaman ise, tereddütsüz bir irade, herşeyi bir anda yaratabilir bir kudret, en ayrıntı bir noktadaki en küçük bir ihtiyacı dahi en büyük bir dikkat ve ihtimamla yerine getirir bir merhamet ile karşılaşırız. Bu iradede bir çelişki, bu kudrette bir acz ve bu merhamette bir gadrin gizli olması ihtimali yoktur.

Çünkü, bu kâinatın içerisinde yaratılış noktasında sorunlu en ufak bir durum görülmez. Gökyüzü tüm haşmetiyle tam bir sükûnettedir. Size emniyet hissi telkin eden toprak bu hissinizi—deprem gibi çok özel durumlar hariç—yalan çıkarmaz. Denizin mavisi gerçekten güzeldir. Tatlı tatlı esen rüzgâr bir anda tokat gibi patlamaz yüzünüzde. Açıkçası bir korku filmi gibi değildir bu hayat; ve bu hayat filminin içerisindeki mevcudat birer korku filmi kahramanı değildir asla. Çevremizdeki varlıklara kaygısız bir nazarla bakınca, onların merhametli birer kardeş olduğu görülür. Bu varlıklar ortasındaki insan ise şefkatli sunumlarla kuşatılmış durumdadır.

Buna rağmen Batının şu kâinattaki varlıkların neredeyse tamamına karşı takındığı korkulu ve şüpheci nazarda; yapılan korku filmlerinin çokluğunun, bu filmlerdeki gerçeklerden tamamen kopuk ve abartılı sunumun, en masum varlıklardan olan güvercinlerin, hatta bebeklerin bile en korkunç tasarımlara, en paranoyak sanrılara malzeme edilmesinin ardında, içsel bir huzursuzluğun izleri saklıdır. Bu içsel huzursuzluğun arkasında ise vahye teslim olmaktan kendini sıyırmış mağrur bir akıl, kibirli ve o yüzden yalnızlaşmış bir kalb gizlidir.


III.

Var olan tüm güzellikler ne derece aldatmacasız birer gerçek ise, ‘İslâm’ ismiyle onun temsil ettiği şey arasındaki ilişki o derece gerçektir. Kendisine yöneliş çizgisine ‘İslâm’ adını aldatıcı bir reklam olarak takmış değildir Zât-ı Zülcelâl. Riya kokan, arkası kahır ve zulüm olan çirkin bir reklam değildir ‘seleme’ kökünden gelen ‘İslâm.’

İnsanın şu dünya hayatındaki hâli, bir çocuğun anne karnındaki hâli gibidir. Anne karnındaki çocuğun duyu ve hareket organları hiç görmediği ve bilmediği bir hayat için hazırlanır. Bulunduğu mekân dar ve sıkıntılıdır. Kendisine ikram edilen ellerini, ayaklarını, gözlerini bu mekânda, yani anne karnında kullanma imkânı yoktur. Bu nedenle anne karnı sıkıntılıdır. Çocuk hal ve fiil lisanıyla daha kayıtsız, serbest ve duyularına daha fazla imkân sunan bir mekânı ister. Bu nedenle anne karnı çocuk tarafından son aylarda tekmelenir durur.

İnsanın bu dünya hayatındaki durumuna baktığımızda farklı bir manzara ile karşılaşmayız. Ucu serbest bırakılmış, bir sınır konulmamış yetenekleriyle insan anne karnı gibi dar bir mekândadır bu dünya hayatında. İsimlendiremediği bir çok hisleri bu hayatın değil, başka ve kesinlikle buraya göre daha serbest ve ihtişamlı bir hayatın seslenişi gibidir. Sonsuza yönelmiş istidatlarının önüne kaderin set çekmesiyle oluşan her bir sıkıntı; kayıtlı, sınırlı ve fani olan şu dünya hayatının içerisinde tatmin olma mücadelesi veren ve bunu hiçbir şekilde başaramayan insana en derinden ve en samimi bir çağrıdır: "Bırak bu dünyanın fani ve elemli lezzetleriyle tatmin olma kavgasını. Çünkü sen sınırsıza, bekâya, gölgesiz bir mutluluğa sevdalı yaratılmışsın.. Yüzünü fâni olandan bâkî olana çevir!"


IV.

İbadetsiz bir yaşantı insanı gerçeklerden koparacağı gibi, huzursuz bir ibadet de insanı gerçekleri anlayıp algılayamaz hâle getirecektir. Ubudiyet ise yaşantının tamamının huzurlu bir ibadete dönüşmesinin ifadesidir.

Gündelik uğraşıların, geçim derdinin içerisinde dağılıp boğulmaya yüz tutan insanın, daima bekâ arayan ruhu ve gölgesiz bir huzur arayan kalbi, namazdaki tevhidle, herşeyi elinde tutan bir Rabb-ı Rahîm’in varlığını hatırlamakla dinginleşip huzur bulabilir.

Vazifesizlik insana daima hiçlik duygusunu yaşatır. Bir işletmede hiçbir iş yapmadan oturan insan, iş yaparak vaktini geçirenlere oranla daha fazla sıkılır. Hiçbir işe yaramadığı hissine kapılırsa, bu sıkıntının bunalıma dönüşme riski bile vardır. İşte, İslâmiyet, içerisindeki ibadetler ile vazifesizlik içerisinde bunalan insana bu hayatın içerisinde bir hiç değil de bir halife olduğunu bilfiil hissettirir. İbadetin insan hayatının merkezine yerleştirilmesinin belki de en önemli nedeni budur.

İnsanı hiçbir şekilde kabullenemeyen İblis, elbette ki bu durumu ve bu huzuru bozmak için elinden geleni yapacaktır. Zira, tecrübeten bilmektedir ki, insan ayrıntılara takılınca asıl olanlar elinden kayıp gidecektir. Büyükleri bozmak için küçük şeyleri durup oturup nazara vermenin kâfi geleceğini çok iyi bilmektedir İblis.

Nassın, yani kesin delil ve hükmün olmadığı meselelere takılıp bunları hayatının merkezine taşıyan insanın ‘çelişki’ riskinden kurtulması, işte bu yüzden, oldukça zordur. Çünkü bu tür meselelerde, bakan şahsın bakış açısı ve ilgi alanı, hatta hislerinin yönelişleri kadar değişik ‘subjektif doğrular’ vardır. Bu yaklaşımların, yaklaşım açısından bakılınca doğru görülmesi, onları mutlaklaştıramaz. Yani bu doğrular mutlak doğru olarak kabul edilemezler. Mutlak doğru, hangi açıdan, hangi şart altında bakılırsa bakılsın doğru olandır. Subjektif doğruların bir yaşam tarifi hükmüne geçmemeleri gereklidir; tâ ki, bu subjektif doğrulardan istifade edilebildiği gibi, zararlarından da korunulabilsin.

Bir yolda geçen süre içerisinde bir dizi dönüşle karşılaşır insan. Amaçtan hiç vazgeçilmese ve hedef hiç değişmese de, hedefe doğru yaşanan dönüşümler vardır. Dönemeçlerin büyükleri vardır; kavşaklar gibi. Küçükleri vardır; küçük bir direksiyon kıvırmayla geçilip gidilen hafif virajlar gibi. Hafif virajı büyük bir kavşak kadar önemsemek, büyük bir kavşağı da hafif bir viraj gibi hafife almak hayatî yanlışlara sebep olabilecektir.

Bunun gibi, İslâm yolunun da, namaza başlamak-başlamamak gibi, oruç gibi, zekat gibi büyük kavşakları vardır. Öte yandan, namazın içerisinde tahiyyatta parmak kaldırılsa mı, kaldırılmasa mı daha iyidir gibi, yerde oturmak-oturmamak gibi büyükler kadar önem verildiği zaman büyüklerin elden kaçmasına sebep olabilen küçük dönüşler vardır. Ve İslâmiyet caddesi bu küçük dönüşlerde direksiyon kıvırmayanları dışarıya atmayacak kadar geniştir. Ki, büyüklerde kararlı olunursa küçüklerdeki hataları örteceğini Rabbimiz Kur’ân’ında defaatle ilan etmiştir.


V.

Diğer taraftan, şu hayatı bilerek yaşamakta olan ehl-i İslâm’ın yukarıda benzerlik kurduğumuz anne karnındaki çocuğa oranla daha avantajlı olduğu durumlar vardır. Şuuru uyanıktır. Doğru ile yanlışı birbirinden doğu ile batı kadar ayırt edebilme imkânına sahiptir. Nefsiyle lezzetleri yakından en hoş bir tarzda tanıma imkânı vardır. Böylece, insana şükrün kapıları açılmıştır. Kendi benliğiyle kıyas yaparak hiç görmediği Rabbini görürcesine tanıyabilmek gibi bir ‘ihsan’ sunulmuştur ona. Bu muhatabiyet için ne kadar şükretse azdır.

Ayrıntılara takılan bir insanın bu geniş şükür kapısını bulabilmesi, aklen mümkün olsa da, kalben mümkün değildir. Çünkü kalb, varoluşu gereği, ancak bir tek meseleye tam olarak kendini verebilir. Ayrıntıya kendini veren bir kalb ise, ayrıntıda kesin delil imkânı da olmadığı için, bocalar durur. Gerçeği bulamaz ve huzura kavuşamaz. Neticede ancak huzur hâlinde ulaşılabilinen şükrü elden kaçırır.

Hem, ayrıntıyı mutlak doğru hâline getirerek kendisi için sanal bir huzur hâli oluştursa da, bu fikrini etrafa yaymaya çalışmakla birçok kalbin huzurunu bozar. Farkına bile varmadan çok zulümlere bulaşır. İnsan, ancak ayrıntının ayrıntı olduğunu görebilmekle ondan istifade eder ve ancak bu takdirde onun risklerinden kendini korumuş olur.

Fiilî durumlar, özellikle ayrıntılardaki ameller, yakalanan manevî hallerin meyveleridir. Acele etmemek şartıyla, meyve bi-iznillah gelecektir. Acele ile koparılan ham meyve ise ağızda buruk bir tat bırakacak, tatmin etmeyecektir. Bu tatminsizlik çelişkiye, çelişki terke, terk ise ileriye doğru yönelmiş bakışları geriye çevirip heyecanları törpülemeye sebep olabilecektir.

Sürünen bir çocuğun yürümeden, koşmadan tatmin olabilmesini beklemek aldanıştır. Sürünen bir çocuğu kemikleri ve kasları olgunlaşmadan yürümeye zorlamak ise, sakat bırakma ihtimali taşıyan bir zulümdür. Hemen yürüyemeyenleri suçlamak ise, ihtimal ki, dengesizliktir.

Aynen bunun gibi, bu dünya maddesi yönüyle fânidir. Bu açıdan beka için yaratılmış insanı tatmin etmesi zaten beklenemez. Yüzünü fani olandan baki olana çevirmiş insan için gereken ise, karar vermek ve—küçük dahi olsa—adımlar atmaktır. Buna engel olacak hallerin hiçbirinde hayır yoktur.


Kategoriler

- Başarı - Eğitim - Kişisel Gelişim - Hedef - Ticaret - Muhammed Bozdağ - İletişim - Nasihatler - Kariyer - Dua - Para - istemek - çalışmak - İslam - Abdülhamid Han - iş hayatı - Haber - Ekonomi - Osmanlı Sultanları - Rizik - Karar - Meslek - Osmanlı - Zaman Yönetimi - şükür - Motivasyon - Liderlik - Hedef Belirlemek - II. Abdülhamid Han - alışveriş - Para Kazanmak - istek - Arastirma - Osmanlı Devleti - yaşam - çalışmanın hedefi - Kriz - Hikayeler - Sorumluluk - İşsizlik - özgüven - Dünya Hayatı - Zaman - Nimete şükretmek - İslami ölçüler - içtenlik - duanın kabulü - İmaj - Modelleme - Helal Kazanç

MollaCami.Com