Kariyer | Konular | Kitaplık | İletişim

Mesleğimiz Ne Olsun?

HAVA HENÜZ YENİ AYDINLANMIŞTI. KUCAĞIMDA bir yığın defter-kitap, gözlerimi zor açar halde, otobüste oturuyordum. Çünkü otobüsün en az yarısını dolduran öğrencilerden biriydim ben; okula gidiyordum.

Yıllardır içinde olduğum bu koşturmacayı sorgulamak ancak o gün aklıma geldi. Neyim ben? Kimim? Niçin bunca sıkıntıya katlanıp okumak zorundayım?

Tek istediğim, toplumda geçerli bir meslek sahibi olarak, geniş maddî imkânlar içinde yaşamak. Bazan, birine konuşurken, araya "topluma yararlı olma"yı da ekliyorum, ama işin aslı o baştaki. Hayatımın her ânı, bu hedefin bir parçası. Bu parçalar birleşip hayalimdeki yaşantıyı oluşturacaklar. Hayatımda başkaca bir düşünceye yer yok yani. "Başka düşünceler" diye bir kelimem de olmamıştı bugüne kadar. "Ne olacağım?" düşüncesi, gelecek endişesi benliğimi öyle kaplamış ki!

Aslında gelecekten bu kadar korkmak, yarınımı bu kadar düşünmek boşuna yaÖ Çok uzun yıllar yaşayacağım diye bir garantim yok. Ama öyle düşünüp koşturup duruyorum. Bu düşünceler içinde, günlük yaşantımı gözden geçirmeye karar verdim. "O gün"ümden başlayarak. Ha o, ha diğerleri; hepsi aynıydı zaten.

O gün, hava daha aydınlanmadan sinir bozucu bir saat ziliyle uyanmıştım. Daha o an sebebini bilemediğim bir sıkıntı basmıştı içimi. Günboyu karşılaşacağımı tahmin ettiğim problemleri daha o anda aklımdan geçirmiştim. İlk sersemliği atınca da, yorganı istemeye istemeye üstümden sıyırmış, ayaklarımı yere basmıştım. Sonra temizlik, giyim, kahvaltı ve evden çıkışÖ

Evde ağırdan alarak hazırlanışın ilk acısı hemen çıkmıştı. Otobüs durağına koşa koşa gitmiş ve nefes nefese otobüse binmiştim.

Otobüste şimdiki gibi oturabildiysem, işim yarı uykulu vaziyette camdan dışarıyı seyretmek oluyordu. Ama oturamazsam, çoğu zaman sırtımda birkaç kişiyi de taşıyarak ineceğim yere geliyordum. Yolum uzun olduğu için, aynı yolculuğu bir veya iki otobüs ile daha çekiyordum. Okula bin türlü sıkıntıyla ulaştıktan sonra, ders vaktine kadar bir yığın kuru lâf veya camdan bakışlarÖ Nihayet hoca geliyor, ders başlıyor, isteksizce defter-kitap açılıyor. Öylesine isteksiz, öylesine ilgisiz olduğum halde, sadece "ileride rahat etmek için" bunca sıkıntıya katlanıyorum. Anlatılanları düşünmeden not ediyorum. Kazara düşünecek olsam, "Gerekli mi, değil mi?" diye sorup ona göre yazıyorum. Elimde bir ölçüsü var tabiî bunun: İleride, meslek sahibi olduğumda yükselmemi sağlar mı? "İşte şu ileride lâzım olur." "Hıh! Bu nerede lâzım olacak ki?"

Ya ders sonrası?

Bu açıdan sınıfta iki grubuz. Bir grup, sıkıntılarla biten dersin ardından eleştiri kısmına geçiyor. Konular ise, hocanın kıyafeti, mimikleri, yapmış olduğu espri, falan, filan. Her ders ve her teneffüs hemen hemen böyle yaşanıyor. Ardından yorgun-argın eve varılıyor. Kitaplar, kıyafetler bir yana, onlar bir yana savruluyor. Savrukluk en az bir-iki saat sürüyor. Toparlanmayla birlikte yemek ve televizyon faslı; derken uyku geliyor ve yatılıyoró o günün bir benzerini daha yaşamak için kalkmak üzere.

Ben bir zamanlar o gruptandım. Gelecek endişesi bu kadar ağır şekilde üstüme çökmeden önce, ben de böyle yaşıyordum. Ama bu endişe ruhumu sardıktan sonra, ciddî ciddî dersleri tekrar etme ve çalışma alışkanlığı edindim. Ne de olsa artık üniversite hayatının sonlarına yaklaşıyorum. Hatırlıyorum da, böyle büyük bir endişeyi daha önce de duymuştum. Lise son sınıfta, üniversiteye hazırlanırken, "Şu meslek mi, bu mu?" "Şu okul mu, bu okul mu?" "Şu daha iyiymiş, ama" dediğim o günlerdeÖ

Şimdi, ben ve benim hislerimi taşıyan arkadaşlar, sınıfta ikinci bir grubuz. Okul bitmeye yakınlaşınca, o zamana kadar çok gevşek davrandığımızın farkına vardık. Sanki dünyamız karardı. Çalışma tempomuzu arttırdık. Artık bütün düşüncemizi iyi bir işe nasıl girebileceğimiz korkusu kapladı. Dersleri can kulağıyla dinlemeye başladık. Ama zevk alarak değil, gelecek endişesi içinde. İstemeye istemeye. "Elimiz mahkûm, mecburuz, n’apalım?" diye yani! Sıkıntılar evde de bitmiyor. Üstelik aile büyüklerinin bu konudaki telâşesiyle katlanıyor, artıyor. "Aman kızım, derslerineÖ" "Aman oğlum, biliyorsun, istikbalinÖ" "Bak evlâdım, şimdiÖ" Bu şartlarda, hemen bir odaya kapanarak derste önerilen kitapları, ders notlarını okuyoruz. Okuldaki konuşmalar artık hangi işyerinin daha çok imkân sağladığı hakkında oluyor. Otobüs camından dışarısı da, bu kabil düşüncelerin verdiği sıkıntıyla seyrediliyor. Elindeki çantasından ve giyiminden tatminkâr bir işte çalıştığı belli genç insanları hayranlıkla izliyoruz. Konuşmalarına kulak misafiri olmak istiyoruz. "İşte," diyoruz içimizden. "İşte, hayatını kurtarmış bir insan." Ya otobüsün yanında hızla geçen bir arabada göze çarpan yönetici tabloları. Sanki cennette yaşıyorlar aklımızca.

Hep böyle yaşadım günlerimi bugüne kadar. Gerçi bu endişeyi daha az duyduğum zamanlar oldu. Ama o zamanlarda bile meslek, iyi bir meslek, tek hedefimdi. Aslında, ne o zamanlar, ne şimdi arasında pek fark yok tabii. İkisinde de mesele, gelecekte rahat etmek. İlkinde vurdumduymaz davranıyorsak da, her ikisinde ana düşünce, o.

Bir de sonrasını düşündüm böyle bir yaşantının. Hani üniversiteyi bitirip, ufak çaplı tecrübelerden, hafif düş kırıklıklarından sonrasını. Sonra, hayalimdeki gibi geniş imkânlar sunan bir işe girsem ne olur?

Birden aklıma Mahmut Amca geldi. Bir cevaptı o; karşımda duran ne kadar canlı bir örnekti!

O örnekten yola çıkıp, devam ettim düşünmeye. Meslek yaşantımda artık tüm zamanımı iş görüşmeleri, mesleki yayınlar, üstümün tutumuÖ yönlendirecek. Bir anlamda işimin kölesi olacağım. Farklı görünüşler altında kölelik devam edecek kısacası. Önceleri derslerin ve okulun kölesi iken, artık efendim işim olacak. İşimin sağladığı maddî imkânları kaybetmemek uğruna, işe kendime göre şekil vereceğim yerde, kendimi işin özelliklerine göre ayarlamak zorunda kalacağım. Monoton bir hayatı olduğunu her zaman düşündüğüm Mahmut Amca , bu duruma aynı süreç sonunda gelmişti. Eğer böyle bir anlayışa sahip olmaya devam edersem tıpkı ona benzeyeceğim.

Bir yığın dert, bir yığın hır-gür ile geçen iş dönüşü, yemeği yiyip yorgun-argın koltuğa çökeceğim; yarı uykulu halde, ya başağrıları, ya mide sancısı içinde televizyon seyredeceğim; ve kalkıp yatacağım. Ertesi sabah, daha ertesi sabah, daha ertesi sabah ve sonrası. Her gün, "Yok aslında birbirinden farkımız" diye diye sürüp gidecek. Hep aynı kısır döngü içinde kalacağım. Böyle bir yaşantı içinde elde ettiğimiz imkânlar da bana zevk vermeyecek. Onlardan zevk alacak vaktim bile olmayacak ki! Onlar için onca şeye katlanıp, onlara da erişemeyeceğim. Emekli olunca, belki.

Emekli olunca mı? Hadi canım, bir kâbus değil mi emeklilik? İşe gitmez, her ânımı onunla dolu geçirmez isem ne yaparım demeye başlamayacak mıyım ona yaklaşırken? Çünkü yıllarca kabiliyetlerimi, enerjimi hep işim için harcamışımdır. Başka bir hayat tarzı, başka bir düşünce artık çok yabancıdır. Sonunda, "emekli müdür ve çekilmez ihtiyar" olup, ölümü beklenir hale geleceğim. Ama ya ben ne düşüneceğim ölüme dair? Seneler boyu iş hayatının getirdiği düzenin bozulması korkusuyla titreyen ben, dünya hayatımın bitmesi karşısında neler hissedeceğim? Şüphesiz, ölüm o âna kadar hiç hesaba katmadığım meçhul bir son olacak. Ondan korkacağım. O korkuyla dünyaya daha bir sıkı sarılacağım. Ömrümü uzatmanın çaresini ararken, doktor doktor şifa dilenen biri haline geleceğim. Ve hiçbiri beni kurtarmayacak. Bütün çabalarıma rağmen, sonunda öleceğim. O koca hayatım boyunca hiç düşünmediğim bilinmezin yolcusu olacağım. Korkunç!

O korkuyla irkildim. Meğer ben nerelere gidiyordum? Nereye varıyordu bu tatlı gidişin sonu? Bir çıkış yolu aradım o an. Başka bir yolda yaşasam, hayatım ve dünyam nasıl değişir, diye sordum. Hani kendimi tüy kadar hafif hissettiğim, imanı gerçek anlamda yaşadığım o anlar vardı ya, o anlar hayatımın tümünü kaplasa neler olurdu?

Sabahleyin gözlerimi açtığımda, kendimce yeniden dirilişi yaşardım meselâ. Aklıma o günün hangi güzelliklere gebe olduğu sorusu gelirdi hemen. Olacakları merakla beklerdim. Kahvaltı sofrası, nasıl derlendiğini anlatırdı bana. Yumurtası, sütü, balı, zeytini, peyniri, her neyi ise, insan için seve seve canla başla çalışan bir dünyayı gözüme gösterirdi. Hepsi özenle hazırlanmış onca ikram karşısında, beni ve onları Var Edene ulaşırdım. Ona teşekkür ederek yapacağım kahvaltı sonrasında, durağa yürür, otobüs yolculuğu boyunca etrafımdaki mevcutları hayretle seyrederdim. Kaldırımdaki ufacık toprak parçasından sürgün veren otlar ne de kıymetlenirdi. Yol boyu ağaçlardaki meyveler dile gelir, "Bana bak, bir odunun ucunda yetişiyorum. Ama böyle süslü, böyle ölçülü. Neden?" derlerdi bana. Yol boyu uzanan topraklarda boy atmış binlerce, milyonlarca kır çiçeği de birşeyler söylerdi. Farkına bile varmazdım sıkışık trafiğin. Yolum denizden geçerken, "Bu koca çanağı kim doldurabilir?" diye düşünürdüm. "Kıyıyı dantel gibi kim işleyebilir?" derdim. Tepelerdeki yeşilin tonları ve kızıllıklar, güzellik isteyen gözlerime gün be gün, mevsim be mevsim ayrı tablolar sunarlardı.

Gözüm etrafımdaki insanlara kayardı sonra. O güne kadar hiç düşünmediğim şekilde görürdüm onları. "Ne kadar kusursuz yapılmışlar" derdim. "Hepsinin yüzleri, vücutları, beden elbiseleri ayrı, ama hepsi özde bir. Ortak özellikleri kadar, kendilerine has yanları da var." Şu yeşil gözlü sarışın adam, yanındaki esmer gençten ne kadar farklı. Ya az ileride annelerinin kucağında oturan iki kardeşten erkek olanın saçları kıvırcık da, kız kardeşi niye düz saçlı? Şu ötedeki yaşlı teyze niye sevimli de, şuradaki homurdanıp duruyor? Böylesi her yolculuk ile genişlenirdi dünyam. Ve ufkum açılırdı.

Ve böyle bir yolculuğun ardından dinlediğim dersler, dünyanın ve hayatın ne kadar düzenli olduğunu anlatırdı. Her an nasıl farklı manzaraların sergilendiğini düşündürürdü. Gelişen olaylar ile insanların değişen ve farklılaşan tutumları arasında doğru olanı kavramaya çalışırdım. Neden doğru olduğunu daÖ "Teneffüs muhabbetleri" öylece gelişirdi. Ders arası sohbet âni bir sağanakla süslenirdi belki. Sabah pırıl pırıl olan gökyüzü bulutlarla kaplanmıştır şimdi. Ne kadar değişik bir manzara. Nasıl olup bu güne değin gözümüzün önünde yaratılan bunca güzelliğe karşı ilgisiz kalmışım der, şaşırırdım. Nasıl yaşamışım bu güne kadar?

Bu düşüncelerle yüzüm güler halde, otobüsüm son durağa yanaştı ve indim. Ne de rahatlamıştım. İkinci otobüse bindiğimde düşünmeye devam ettim. İş yine geldi, dayandı geleceğe: Hangi meslek? Nasıl bir gelecek? Onlardan önce, "Meslek nedir?"in cevabı gelmeliydi elbette. "Geleceğim ne olacak?" sorusundan önce de, "Bugün ne? Hayat ne?"

Hayatın kendisi meslek, diye düşündüm. Kaldırımda yürümenin, otobüste oturmanın, camdan dışarıyı seyretmenin yolu-yordamı var. Sadece mesleğimiz içindeki insanlara, yalnızca mesleğimiz içindeki işlere değil, herkese ve herşeye nasıl muhatap oluyorum? O insanlar karşısında kimim? Ve o işleri kim olarak yapıyorum? Herhalde sadece öğrenci, sadece doktor, öğretmen, mühendis ya da yönetici değilim hayatta. Hayatı herşeyiyle yaşayan biriyim. İnsanım yani. O halde, herkes karşısında kimim? Herşeyi kim olarak yapıyorum? Düşünen, gören, seyreden, duyan, hisseden, ümitleri, sevgileri olan bir insan olarak. O halde onlara rağmen meslek değil, onlar içinde meslek. Onlar niçin var ise, onun için meslek.

Meslek, benim için bir vasıta olmalı kısacası. Araç olmalı. Amaç o olmamalı. Hedef olmamalı. Onun aracılığıyla etrafımdaki düzeni, hikmeti, güzelliği gözleyip, onları Var edene hayranlığımı ifadeye yarayan bir vasıta olmalı. Maddî açıdan ise, ihtiyaçlarımı karşılamalı; ama sözde-ihtiyaçlar denizinde boğmamalı. Meslek, sağlayacağı maddî imkânlar, getireceği para uğruna beni kullanmamalı. Aksine ben onu, bir insan olarak bu dünyada var oluş sebebime uygun şekilde yaşamak için kullanmalıyım. Yani, okulum ve mesleğim Yaradanımı tanımak ve Onu sevmek için kabiliyetlerimi geliştirme aracı olmalı.

İnanıyorum ki, böyle bir anlayışla hayatımı devam ettirirsem, hayatımın her ânında, günümün her saniyesinde mutlu olacağım. Ne bugünü düşününce sıkıntı, ne yarını düşününce korku, ne en sonunu düşününce dehşet kaplayacak içimi. Herşey güzel olacak, her ânım güzelleşecek. Son ânım bile.*




İnci Şirvan

* Ufacık bir not: O düşünceye erişeli beri, inanın derslerime daha iyi çalışıyorum ve hiçbiri beni sıkmıyor.


Kategoriler

- Başarı - Eğitim - Kişisel Gelişim - Hedef - Ticaret - Muhammed Bozdağ - İletişim - Nasihatler - Kariyer - Dua - Para - istemek - çalışmak - İslam - Abdülhamid Han - iş hayatı - Haber - Ekonomi - Osmanlı Sultanları - Rizik - Karar - Meslek - Osmanlı - Zaman Yönetimi - şükür - Motivasyon - Liderlik - Hedef Belirlemek - II. Abdülhamid Han - alışveriş - Para Kazanmak - istek - Arastirma - Osmanlı Devleti - yaşam - çalışmanın hedefi - Kriz - Hikayeler - Sorumluluk - İşsizlik - özgüven - Dünya Hayatı - Zaman - Nimete şükretmek - İslami ölçüler - içtenlik - duanın kabulü - İmaj - Modelleme - Helal Kazanç

MollaCami.Com