Kariyer | Konular | Kitaplık | İletişim

Gelişme Mi? Geleceği Tüketmek Mi?

MODERN düşünceyle birlikte “Benim aklım bana yeter” diyen insanoğlu, semavi rehberliği devre dışı bıraktı ve hayatı kendince okuma teşebbüsünde bulundu. Aklına güvenerek yola çıkan insan için var olduğu günden beri hep arayış halinde olduğu mutluluğa erişme yolunda iki anahtar kelime ön plana çıktı: Gelişme ve ilerleme. Hayatın rakamlar üzerinden okunması sonucunda ekonomik faaliyetlerin artırılması ile elde edilecek refah sayesinde dünyadaki problemlerin halledileceği ve insanlığın aradığı mutluluğu böylece yakalayacağı düşünüldü. Daha da önemlisi bu düşünce, temelinde maddi ve teknolojik imkanlarla oluşturulmuş bir Dünya Cenneti var etme iddiası barındırmaktaydı.

İnsanlığın önüne konan “ekonomik gelişme” hedefi ticaret gelirlerinin her şart altında ve ne pahasına olursa olsun maksimize edilmesini öngörmektedir. Önemli olan kısa vadede daha çok ve belki de en çok kazanan olmaktır. “Küresel ekonomi” oluşturma çabaları da her bir ülkenin daha çok üretip ihracatını artırmasını, diğer ülkelerden de her türlü ürünü ithal etmesini hedef gösterince, ekonomik faaliyetlerde sadece lokal talepleri değil dünya taleplerini de dikkate almak gereği ortaya çıkmıştır. İşte bu noktada uluslar arası şirketlerin dünya ölçeğinde alınan kararlarda ve uygulamalarda belirleyici unsurlar haline gelmesi söz konusu olmaktadır.

Ekonomik Gelişme ve Çevre:


BUGÜN geldiğimiz noktada sağduyu sahibi pek çok insanın hakim hayat tarzının insanlık ve çevre üzerine etkilerinin ciddi bir şekilde düşünülmesi gerektiği konusunda hemfikir olduğunu biliyoruz. Çünkü artan ekonomik faaliyetlerle birlikte tüm insanlığı tehdit eden bir çevre sorunu ile karşı karşıyayız. Kimyasal ve radyoaktif zehirler nedeniyle kara ve denizlerde büyük bir kirlilik yaşanmakta ve doğal hayat zarar görmekte. Ozon tabakasındaki incelme, iklim değişiklikleri, yer altı ve yerüstü su kaynaklarının kirlenmesi, verimli toprakların azalması, çölleşme, toprak veriminde düşüş, tarım ve balıkçılığın zora girmesi, ormanların ve bazı canlı türlerinin yok oluşu gibi gelişmelere tanık olunan bir zaman diliminde yaşıyoruz.

Önümüzdeki yıllarda dünya nüfusunu %40’ını barındıran yaklaşık seksen ülkede ciddi kıtlık tehlikesi baş göstereceği söyleniyor. Yine 1945’ten beri yeşil alanlarda %11’lik bir gerileme yaşandığı biliniyor. Bu miktar Hint ve Çin topraklarının toplamına tekabül ediyor. Yine 2100 yılına kadar mevcut türlerin 1/3’nin yok olacağına dair tahminler yürütülüyor.

Dünyanın böyle bir noktaya gelmesinde insanoğlunu sürekli sayısal artışlarla ifade edilen gelişme ve ilerleme tutkusunun etkisi çok büyük. Evet hayat devam ediyor, ama bir yandan doğal kaynakları tüketerek ve diğer yandan Rahman’ın misafirhanesini kirleterek, talan ederek. Bu sorumsuzluk ve hoyratlığın karşımıza felaketimiz olarak çıkmasına da şaşmamak gerekiyor aslında.

Endüstrileşmede ve ekonomik büyüme oranlarında çarpıcı gelişmeler kaydeden ve Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne örnek olarak gösterilen Tayvan ve Güney Kore’de meydana gelen çevre tahribatı oldukça ibretlik bir manzara arz ediyor. Bunlardan Tayvan’da yeni tarım veya yerleşim arazilerinin açılması için ormanlar yok edilmiş. Yol yapımı bahanesiyle de artan yıkımlar sonucu özellikle dağlık alanlarda büyük oranda erozyona maruz kalınmış ve verimli topraklar kaybedilmiş. 1952-1980 yılları arasında sırf tarımda verimi artırmak düşüncesiyle yıllık gübre kullanımı üçe katlanmış. Ancak düşünülenin aksine asitlenme ve çinko kaybı toprak verimini daha da azaltmış. Yine daha fazla ürün almak kaygısıyla kontrolsüzce kullanılan tarım ilaçları hem yetiştirilen ürünlerde hem de pek çok Tayvanlı’nın içme suyu kaynağı olan yer altı sularında zehirlenme ve kirlenmeye yol açmış. Mesela yetiştirilen pirincin %30’unun kadmiyum, arsenik, civa gibi ağır metallerle zehirlendiği istatistiklerde ifade ediliyor. Michael Hsias konuyla ilgili çarpıcı bir açıklaması var. “Tayvanlı çiftçilerin çoğu pazarda sattıkları ürünlerden kendileri yemiyorlar. Bunun yerine organik tarımla yetiştirdikleri ürünleri tüketmeyi tercih ediyorlar” (!)

Ülkedeki fabrikaların tarım arazilerine yakın mahallerde kurulmuş olması da çevre kirliliğini artırıcı bir unsur. Atık su tahliyesi veya filtre gibi koruyucu sistemlerin oluşturulması, üretim maliyetlerini düşürme ve kârı maksimize etme kaygısını önceleyen üreticilere hiç de cazip gelmiyor. Bu nedenle en yakındaki su kaynaklarının kirletilmesi yoluna gidiliyor. Oysa bu uzun vadede suyun ve su içinde yaşayan canlıların zarar görmesi ve belki de nesillerinin kesilmesi anlamına geliyor.

Sadece bir kısım insanın bencil istekleri ile günübirlik kârlarının gözetilmesi üzerine kurulu böyle bir gelişme ve ilerleme anlayışı büyük zararlar olarak insanoğluna adeta şamar gibi iniyor. Tayvan’da çok yüksek oranlı hepatit vakaları, hava kirliliğine bağlı olarak son on yılda çocuklarda dört kat fazla görülmeye başlanan astım ve son otuz yılda iki kat artan kanser hastalıkları bu manada okunduğunda bize önemli dersler veriyor aslında. Peki ülkenin çok kazanan zenginleri bu durumda ne yapıyor dersiniz? Çoğu ülkelerini terk ederek Avustralya veya Yeni Zelanda’ya kaçmayı tercih ediyor ne yazık ki. Bir ülkeyi ve insanlarını tüketerek kendine hayat kurmak… Ardında bıraktığı enkaza bakmadan yeni ufuklara yelken açmak ve keyif sürebilmek… Aynı zihniyet devam ettiği müddetçe dünyanın her bir köşesinin bir gün aynı akıbete düçar olacağı aşikar. Nefsine esir olan bu tipler o zaman nereye kaçacak?


İnsana Biçilen Kimlik: “Tüketici”


KÜRESEL ekonomi eksene alındığında tüm dünya insanları için “tüketici” kimliği öne çıkarılmakta. Artan üretimin, pazarını genişletmek gibi bir kaygısı var çünkü. Bu da özellikle üçüncü dünya ülkelerinde yeni tüketici kitleleri oluşturmayı gerekli kılıyor. Halen kendi kendine yeten kesimlerin tüketime yönlendirilmesi noktasında hayat tarzlarına müdahale gündeme geliyor. Amerikan tarzına özentinin artırılması yolunda Hollywood yapımları ve reklâm sektörü devreye giriyor. Bu tür bir değişim ve dönüşümün dünyaya ve çevreye bir maliyeti var oysa. İstatistiklere göre 2060 yılına kadar tüm üçüncü dünya ülkelerinin ABD tüketim seviyesine getirilmesi, yılda %4 oranında bir ekonomik büyümeyi gerekli kılıyor. Bunun çevreye yapacağı etkinin ise bugünkünün tam on altı katı olacağı belirtiliyor.

Günümüzde Çin yoğun nüfusu ve dünya pazarlarında artan payı nedeniyle yakından takip edilen ülkelerden biri haline gelmiş durumda. Yapılan araştırmalarla Çin’de gelir seviyesi yükselen kesimlerin tüketime yönelmesinin nasıl bir maliyete yol açacağı üzerine kafa yoruluyor. Son zamanlarda Çinliler için başarının, bir anlamda hayattaki nihai amacı gerçekleştirmiş olmanın iki göstergesi var: Daha çok et tüketir hale gelmek ve bir otomobil sahibi olmak. Worldwatch Enstitüsü’nün bu eğilimi dikkate alarak yaptığı bir araştırmaya göre şu sonuca varılmış: Her bir Çinli yılda fazladan sadece bir tavuk tüketecek olsa, bu sırf bu tavukların yetiştirilmesi için Kanada’nın yıllık buğday ihracı kadar fazladan buğday üretilmesi gereği ortaya çıkıyor. Kanada’nın bugün dünyanın iki numaralı buğday ihracatçısı olduğu ve dünyadaki mevcut tarım arazilerinin kapasitesi düşünülecek olursa sözü edilen miktarın boyutu daha iyi anlaşılabilir. Diğer yandan her bir Çinlinin otomobil veya buzdolabı sahibi olması, atmosfere salınan karbondioksit ve diğer zararlı gazların oranında müthiş bir artış anlamına geliyor. Neticede üretimin artması ile yükselen gelir seviyesi, tüketimi ve çevreye zararı da beraberinde getiriyor.

Bu tür yaklaşımlarda rakamlara yine fazla belirleyici anlam yüklendiğini de dikkate almak gerekiyor. Hayatı sadece insanların kağıt üzerinde yaptığı hesaplar dahilinde sürüp giden bir mekanizma olarak algılamak modern aklın tuzaklarından biri çünkü. Dünyayı büyük bir pasta gibi düşünüp “en büyük dilime ben sahip olmalıyım, diğerleri bana yetişip hissemden pay kapmaya çalışan potansiyel rakiplerimdir, ipi elinde tutan ben olmalıyım” gibi ben merkezli düşünceler istatistiğe dayalı çalışmalarda etkili oluyor. Bu nedenle İslâm müntesipleri olarak istatistik verilerini değerlendirirken Rabbimizin hayata her an müdahalede bulunduğu gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. Aksi takdirde bu tuzağa düşmüş oluruz.

Ne Yapmalı?


EEKONOMİK gelişmeyi insanlığın önüne hedef olarak koyanlar gayri safi milli hasıla artışı sağlandığında çevre sorunlarını gidermeye yönelik tedbirlerin de rahatlıkla alınabileceğini iddia ettiler. Oysa serbest ticarete dayalı küresel ekonominin tabiatı gereği çevre sorununun bu bağlamda çözümü imkansız görünüyor. Belki bir kısım tahripkâr faaliyetlere sınırlandırmalar getirilmesi veya vergilendirme gibi bazı ekonomik önlemlerle çevreye verilen zararın azaltılması düşünülebilir. Ancak kalıcı ve etkin çözüm noktasında bunlar yetersiz kalacaktır. Nitekim FTA, NAFTA ve GATT gibi uluslar arası serbest ticaret anlaşmalarda çevreye dair göstermelik bir hassasiyet ortaya konmakta veya çevre tamamen göz ardı edilebilmektedir. Zaten bu tür anlaşmaların daha çok ticari kurumlar öncülüğünde organize edilen müzakereler sonucu imzalandığı düşünüldüğünde, çevre korumasına yönelik yönergelerin onlar için en aza indirgenmesi gereken maliyetlerden öte bir anlam taşımadığı daha iyi anlaşılacaktır. Mesela Kanada ile ABD arasında imzalanan FTA anlaşmasında ısrarla şu hususun vurgulanması manidardır: “Bu, iki büyük ticaret partneri tarafından imzalanan ticari bir anlaşmadır, çevre anlaşması değildir. Bu nedenle çevre meseleleri müzakere konusu dışındadır ve anlaşma metnine dahil edilmemiştir.” Kamu baskısı dikkate alındığında ancak çevre korumasına dair birtakım standartların konması gereği kabul edilmiştir. Bu standartlar konurken de çevre tahribatının gerçek maliyetini hesaba katmaksızın öncelikle endüstriyel maliyetin düşürülmesi hedeflenmiştir. Çevreye dair kaygılarını dile getirmek üzere ilgililere seslenirken dahi “ölü bir gezegende ne uluslararası ticaret, ne ekonomik gelişme ne de çok uluslu şirketlerin varlığı mümkün olmayacağı”na dikkat çekmeleri nihai kaygılarının ne minvalde olduğunun göstergesidir.

Tüm bunlar üzerine yeniden düşünmek gereği ortaya çıkıyor. Burada öncelikli meselenin zihniyet meselesi olduğu ifade edilmeli. Çevre sorunu kendimize, hayata nasıl baktığımızla yakından ilgili çünkü. Bu sorun muhakkak hayata dair okumamızı göz önüne alarak değerlendirilmeli ki olumlu yönde adımlar atılabilsin, en azından zarardan dönüş mümkün olsun. Çünkü rekabete, sürekli kâr etmeye ve maliyeti en aza indirgemeye dayanan küresel ekonomi için bir önem sıralaması söz konusu olduğunda çevre kaçıncı sırada yer alabilir ki? “Şimdi ve burada en çok kazanan ben olmalıyım” diyen bir zihniyet başka hayatları ne kadar hesaba katabilir? Yine hemen yanı başındaki insan söz konusu olduğunda dahi kendini önceleyen bu zihniyetin, görmediği bilmediği gelecek kuşaklara karşı nasıl bir cürüm işlediğini ve sorumluluk yüklendiğini fark etmesi mümkün müdür? En önemlisi kulluk ve emanet bilincinden uzaklaşıp dünyaya sahip olmaya kalkışan insanoğlunun Rabbine karşı ne büyük bir başkaldırı halinde olduğunu takdir edebilir mi?

Tüm bu sorular insana yönelik, cevaplar yine insanın kendisinde. Öncelikle “benim aklım bana yeter” diyen insanın hatasını kabul edip, “kendi kendine yettiği” zannına kapıldığını ve Kerim olan Rabbine karşı müstağni davrandığını itiraf etmesi ve af dilemesi gerekiyor. Bu farkındalığı yakalayan insanlar sonraki adımlarını hadlerini bilerek atacaklardır şüphesiz. Rahman’ın misafirhanesine hürmet ve emanete sadakat ile şekillenen bir hayat tarzı hem gönül dünyamızı hem de üzerinde yaşadığımız dünyayı mamur edecektir.

Dünyamızı devasa bir “çöp ev” haline getirmekte beis görmeyenlere ve yaptıkları her şeye rağmen burasını “gül bahçesi”ne döndürme sorumluluğu taşıyan ve bu yolda gayret sarf edenlere selam olsun.


Ayten Yadigar

oncelikle gayet etkileyici bir yazi oldugunu size soylemeliyim , ellerinize saglik....

insanlarin okul egitiminde agac dikmenin ne demek oldugunu algilayan seminerler kuruluslar vakiflarin hatta halkin bizzat muhtarlar tarafindan bilinclendirilmesi geretigine inaniyorum...

Muhtarliklari oyle bos bos oturulan ayda yilda bi isi dusen yer olarak gormek yerine oradaki oturan ilk okul 5 mezunu amcamiza bu mesuliyeti vermek ve ayni zamanda bunlari takip eden elit insanlardan olusan bi kadro kurmak lazim...

evet zor gozuksede basarilmayacak kadar degil... bu konuyu bugun burada yarin tv de yarin da sokaklarda tartisiriz ....

ALLAH bize acisin ve bize yardim etsin... bu artik mucize bi olaya donustu ... Firenleri tutmayan hizli tiren gibi olduk... :


Kategoriler

- Başarı - Eğitim - Kişisel Gelişim - Hedef - Ticaret - Muhammed Bozdağ - İletişim - Nasihatler - Kariyer - Dua - Para - istemek - çalışmak - İslam - Abdülhamid Han - iş hayatı - Haber - Ekonomi - Osmanlı Sultanları - Rizik - Karar - Meslek - Osmanlı - Zaman Yönetimi - şükür - Motivasyon - Liderlik - Hedef Belirlemek - II. Abdülhamid Han - alışveriş - Para Kazanmak - istek - Arastirma - Osmanlı Devleti - yaşam - çalışmanın hedefi - Kriz - Hikayeler - Sorumluluk - İşsizlik - özgüven - Dünya Hayatı - Zaman - Nimete şükretmek - İslami ölçüler - içtenlik - duanın kabulü - İmaj - Modelleme - Helal Kazanç

MollaCami.Com