Kariyer | Konular | Kitaplık | İletişim

İSLÂM’DA ZEKÂT

Zekât nedir? Kapsamı ve delilleri hakkında bilgi verir misiniz?

Zekât sözlükte; bereket, temizlik, üreme, çoğalma ve övme anlamına gelir. Bir fıkıh terimi olarak şöyle tanımlanır: Para, altın ve gümüş ile belli mal çeşitlerinin belirli bir bölümünü, Allah Teâlâ’nın belirlediği bir kısım Müslümanlara zekât niyetiyle mülk olarak vermektir. Zekâta, müminlerin Yüce Allah’ın emirlerine uymadaki sadakatlerinden dolayı “sadaka” da denilmiştir. Bununla birlikte sadaka kelimesi zekâttan daha geniş anlamlı olup, vâcip ve nâfile kabilinden olan bağışları da kapsamına alır. Zekâtın tarım ürünlerinden alınan çeşidine “öşür” denir. Farz olma ve verilecek yerler bakımından zekâtla öşür arasında bir fark yoktur.


Zekât zenginle yoksulu birbirine yaklaştırır, aradaki sevgi ve saygı bağlarını güçlendirir. Geliri bulunmayıp, çalışmaktan âciz olanlara normal bir hayat sürme imkânı sağlar. Zengini cimrilikten korur, cömert ve eli açık yapar. Zekât malı azaltmaz, aksine bereketlendirir ve arttırır. Meyve ağaçlarında ve üzüm bağlarındaki yoz filiz ve dalları budamak gibidir.

Zekât, Hicretin ikinci yılının Şevval ayında Ramazan orucu ve fitreden sonra farz kılınmıştır. Zekâtın farz oluşu Kitap, sünnet ve icmâ’ delillerine dayanır. Kur’ân-ı Kerîm’de 28’i namazla birlikte olmak üzere 32 yerde zekât emri bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli âyetlerde “infâk” emri zekâtı da kapsar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Namazı kılın, zekâtı verin.”
“Müminlerin mallarından zekât al ki onları temizleyip mallarını çoğaltasın.”
“Hasat günü ürünün hakkını ödeyin.”

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “İslâm beş temel üzerine kurulmuştur: Bunlardan biri de zekât vermektir.”

Diğer yandan Allah’ın elçisi, Muaz İbn Cebel (r.a)’i Yemen’e vâli olarak gönderirken şu talimâtı vermiştir: “Onlara bildir ki, Allah Teâlâ kendilerine zekâtı farz kılmıştır. Zekâtı oranın zenginlerinden al, yoksullarına ver.”

Zekât kimlere farzdır?

Zekâtın farz olması için şu şartların bulunması gerekir: a) Mükellef olmak. Hanefîlere göre, zekâtla yükümlülük için, müslüman olmanın yanında, akıllı olmak ve ergenlik çağına ulaşmış bulunmak da gereklidir. Çünkü gayri Müslimler, akıl hastaları ve çocuklar namaz ve oruç gibi ibadetlerle yükümlü olmadıkları gibi zekâtla da yükümlü değildirler. Zekât bir ibadettir. İbadetle sorumluluk ise ergenlik ve temyiz çağına ulaşmakla başlar. Hanefîler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, zekâtın farz olması için ergen ve akıllı olmak şart değildir. Bu yüzden çocuğun ve akıl hastasının mallarından da zekât vermek gerekir. Zekâtı bunlar adına velî veya vasîleri öder. Dayandıkları delil şu hadistir:

“Malı bulunan bir yetimin velisi olan kimse, bu malı ticaretle çalıştırsın, malı bırakıp da zekât onu tüketmesin.”

Bu müctehitlere göre zekât mala bağlı bir yükümlülük olup, akrabalık nafakasında olduğu gibi, müslüman ailenin bir ferdi olan mal sahibinde, ehliyet şartları aranmaksızın gerekli olur.

b) Nisap miktarı mala sahip olmak. Temel ihtiyaçlardan ve borçtan başka nisap miktarı veya daha fazla bir mala sahip olmak gerekir. Zekât dışı tutulan temel ihtiyaçlar şunlardır: Mesken olarak oturulan ev, evin eşyası, giysiler, binit aracı, mesleği ifa amacıyla kullanılan kütüphane, iş âletleri, üretim için kullanılan fabrika binası, makine, tezgâh vb. aletler, yine kişinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu aile bireylerinin bir aylık- daha sağlam görülen başka bir görüşe göre bir yıllık- mutat harcamaları zekâttan muaftır.

Zekâtla yükümlü olmanın asgarî sınırı sayılan nisap miktarları, zekâta tâbi her mal için, Hz Peygamber tarafından belirlenmiştir. Bu asgarî miktarlar o dönem İslâm toplumunun ortalama hayat standardını ve zenginlik ölçüsünü gösterdiği gibi, sonraki dönemlerde de “zekât nisabı” adıyla aynen korunmuşlardır. Buna göre fakihler toprak ürünleri dışında, zekâta tâbi bütün mallarda nisabın şart olduğunda görüş birliği içindedirler.

Hadislerde mal çeşitlerine göre belirlenen nisap miktarları şöyledir: Altının nisabı yirmi miskal, gümüşün nisabı iki yüz dirhem, koyun ile keçinin nisabı kırk, sığır ile mandanın nisabı otuz, devenin nisabı da beştir. Ebû Hanîfe dışında çoğunluğa göre, tarım ürünlerinden de beş vesk (yaklaşık 653 kg., Kûfeliler’e göre yaklaşık 1 ton) nisap olarak belirlenmiştir. Bu miktarlara ulaşmayan mallar için zekât gerekmez. Nisap miktarları, bu çeşit mallara sahip olanlar bakımından zenginlik sınırını ifade eder. Şah Veliyyullah Dehlevî (ö.1176/1762) zekât nisap miktarlarının Hz. Peygamber döneminde karı, koca, bir çocuk ve hizmetçiden oluşan çekirdek ailenin bir yıllık geçim harcamalarına denk olduğunu belirtir.


Nakit para, altın ve gümüş ve ticaret mallarının zekâtı ne kadardır?

Nakit para, altın, gümüş, döviz gibi değerleri olan bir aile reisi, bir aylık veya bir yıllık mutat aile masraflarını ve borçlarını düşüp, kesin alacaklarını ekledikten sonra elinde 96 gr. altın değerinden daha fazla meblağ kalır ve üzerinden de bir yıl geçmiş bulunursa yüzde iki buçuk üzerinden zekât vermesi gerekir.

Alıp satmak amacıyla elde bulunan mallara ticaret malı (urûz) denir. Bu amaçla elde bulunan tüm iplik ve tekstil ürünleri, gıda maddeleri, temizlik malzeme ve deterjanları, konfeksiyon ürünleri, market ve süper marketlerde satılan meşru bütün mallar, acente, distribütör ve galericilerin ellerinde kendi mülkiyetlerinde bulunan araçlar, yedek parça ve benzeri ürünleri satanlar zengin olarak üzerlerinden bir yıl geçince, sözü edilen ticaret mallarının ve ellerindeki nakit paranın yüzde iki buçuğu zekât olarak tahakkuk eder.

Bu zekâtı mal olarak verebilecekleri gibi, peşin bedeli üzerinden hesap çıkarmak suretiyle para karşılıklarını da verebilirler. O yıl zarar etseler bile ellerinde kalan mal, nisabın üzerinde olduğu sürece zekâtını hesaplayıp vermek gerekir. Buna göre zekât kârdan değil sermayenin bütünü dikkate alınarak verilir. Komisyon usûlü çalışan ve zengin durumunda bulunan emlâkçi, galerici, kabz-ı mal gibi esnaf, yıllık geliri üzerinden yine %2,5 zekâta tabi olur. Ancak sermaye ile emlâk veya müteahhitlik işi yapanlar kendi mülkiyetine aldıkları arsa, daire, dükkân vb. yerleri satışa arzetmiş durumda oldukları takdirde, bunlar da ticaret malı sayılır ve kıymeti üzerinden %2,5 zekât gerekir. Kirada olan daire, dükkân, arsa, işyeri, depo vb. akarlar veya otomobil, kamyon, tır, uçak, gemi vb. taşınırlar ise kira geliri üzerinden yıl sonunda elde ne kalırsa, bunun %2,5’u üzerinden zekâta tâbi olur.


Fabrika, sanayi kuruluşu ve hisse senetlerinin zekâtı nasıl hesaplanır?

Sanayi kuruluşlarının sermayesini ikiye ayırmak gerekir.

a) Sâbit sermaye; kapalı alan, makineler, servis aracı, lojman vb. tesis ve ekipmanlar mesleği ifaya yarayan bölüm olup zekâttan muaftır.

b) Döner sermaye; kuruluşun nakit para kaynakları, alacak ve borçları, hammadde ve üretilmiş malları döner sermayeyi oluşturur. Burada elde bulunan para kaynakları, hammadde ve üretilmiş malların nakit değerleri hesaplanır, borçlar düşülür, kesin alacaklar eklendikten sonra zekât matrahı ortaya çıkar. Bu değerler toplamı %2,5 tan yıllık zekâta tabidir. Meselâ; bütün mal varlığı 100 kg. külçe altın değerinde olan bir sanayi kuruluşunda sâbit sermaye kısmı %50 olsa, geri kalan 50 kg. altın değerinin zekâtı, 1 kg. 250 gr. altın değeri kadar olur. Şirketlerde zekât her ortağın, şirket dışı mal varlığını da dikkate alarak kendisi tarafından verilmesi esastır. Ancak şirket ana sözleşmesiyle veya sonradan alınacak bir kararla, şirket yönetimine zekâtı hesaplayıp ehline verme yetkisi tanınmışsa yönetim kurulunun zekât niyetiyle yapacağı yardımlarla ortakların zekâtı verilmiş olur. Bu durumda, zekât yükümlüsü olan her ortak, şirketle ilgili olan zekâtı vermede, yöneticiye vekâlet vermiş sayılır. Bir şirketin sâbit ve döner sermaye oranları belli olunca, bu rakamın hisse senedi sayısına bölünmesiyle, hissenin o yıl zekât matrahı ortaya çıkmış olur. Meselâ; 100 kg. külçe altın değerinde mal varlığı olan bir şirkette, %50’i sâbit sermaye olsa, hisse senedi reel değerinin yalnız %50’si, %2,5 üzerinden zekâta tâbi olacaktır. Böyle bir şirkette bir ortağın elindeki toplam hisse senetleri %10 olsa, bu senetlerin arkasındaki mal varlığı 10 kg. altın kadar olup, bunun yarısı sabit sermaye karşılığıdır. Kısaca burada yalnız, 5 kg. altın değeri zekâta tabi olur ki, bu da 125 gr. altın değeri olur.


Sâbit sermaye kimi sanayi kuruluşlarında %90’a çıkarken, süper marketlerde %10 hatta %5’lere kadar düşebilir. Böyle bir ortaklığa ait hisse senedinde sâbit sermayeyi düşme oranı da düşük olacaktır. Günümüzde hisse senedi değerlerinde bu anlamda bir çalışma yapılması ve zekât yükümlüsünün bu konuda bilgilendirilmesine ihtiyaç vardır.

Tarım ürünlerinin zekâtının delili nedir? Miktarı ne kadardır?

Öşür arazilerinden elde edilen tarım ürünlerinden zekâtın farz olması Kitap, sünnet ve icmâ delillerine dayanır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Hasat günü ürünün hakkını, zekâtını verin.”

İbn Abbas, bu âyetteki “hakkahû” sözcüğünün zekât anlamında olarak, öşür (onda bir) veya yarı öşür (yirmide bir)’i ifade ettiğini söylemiştir.

“Ey imân edenler! Kazandıklarınızın helal olanından ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin.”

Zekâta “nafaka” denildiği gibi, çeşitli âyetlerde “infak etmek” zekât vermek anlamında kullanılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) de şöyle buyurmuştur:

“Yağmur veya kaynak suyu ile sulanan veya kendiliğinden sulak olan yerlerin ürünlerinden onda bir (öşür), hayvan gücü veya taşıma su ile sulanan topraklardan ise yirmide bir zekât gerekir.”

“Irmaklar veya yağmur sularının suladığı topraklardan öşür, develer yardımıyla sulanan topraklardan yirmide bir zekât vermek gerekir.”

Tarım ürünlerinden öşür yükümlüsü sayılmak için akıllı olmak veya erginlik çağına girmiş bulunmak gerekmez. Buna göre çocukların veya akıl hastası olanların öşür toprakları için de zekât gerekir. Ayrıca toprağın “öşür arazisi” olması ve topraktan ürün elde edilmesi şarttır. Başlangıçta gayri müslimlere bırakılan harac arazisi ile, İslâm toplumu için alıkonulan “miri araziler” için kira bedeli niteliğindeki harac veya vergi yeterli oluyordu. Anadolu ve Rumeli toprakları ilk fethedildiğinde, büyük ölçüde “miri arazi” statüsünde iken daha sonra, ekip biçenlere satılarak tapu ile temlik edilmesi veya sahipsiz toprakların izinli veya izinsiz “ihyâ” edilmesi sonucunda geniş topraklar şahısların mülkü haline gelmiştir. “Sırf mük arazi” denilen bu topraklar da öşür arazisi niteliğinde olup zekâta tâbidir.



Ebû Hanîfe’ye göre; tarım ürünlerinin zekâtında nisap aranmaz. Öşür topraktan insan gücü ile ekilip biçilen her çeşit üründen, sebze ve meyvelerden, azından da çoğundan da üretici zekâtı gerekir. Buğday, arpa, pirinç, baklagiller, karpuz, domates, biber, kavun, karpuz, hurma, şeftali, armut, üzüm ve benzeri yaş veya kuru ürünler böyledir. Bunun için bir yıl geçmesi de gerekmez. Yılda çift ürün alana çift öşür gerekir. Dayandığı delil:

“Sizin için yerden çıkardıklarımızdan verin.” âyetinin mutlak anlamıdır. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise, tarım ürünlerinde nisap yaklaşık bir ton (beş vesk) olup, bundan daha az olan ürün çeşitlerinde öşür gerekmez. Ayrıca öşür gerekmesi için, ürünün bir yıl kadar dayanabilecek nitelikte olması gereklidir. Buna göre yaş sebze ve meyve türlerine öşür gerekmez. Tarım ürünlerinden öşür verirken yıl içinde yapılan masraflar dikkate alınmaz. Bu masraflar toprak sahibine ait olan %90 veya %80 üründen karşılanmış olmalıdır. Kiraya verilen toprağın öşrü Ebû Hanîfe’ye göre toprak sahibine, çoğunluk fakihlere göre ise kiracıya aittir. Sonraki Hanefî fakihleri bu konuda çoğunluğun görüşü ile fetva vermişlerdir. Ancak bu durumda toprak sahibinin öşrün verilmesini sağlayacak önlemleri alması gerekir.

Hayvanların, madenlerin ve alacakların zekâtı nasıl hesaplanır?

Koyun ve keçi türünün nisabı 40, sığır türünün 30 ve develerin nisabı beş’tir. Bunun üzerindekilere belli sayı artışına göre zekât gerekir. Ancak hayvan türlerinin üretici zekâtına tâbi olması için, yılın yarısından çok bir süreyle mübah mer’alarda otlaması gerekir, bu çeşit hayvana “sâime” denir. Hayvanları alıp satmak üzere elde bulunduran kimse, %2.5 üzerinden ticaret zekâtına tabi olur. Eriyip kalıba dökülebilen maden türlerinde beşte bir üretici zekâtı gerekir. Bunlar Hanefilere göre “ganimet hükmünde” olup, ganimetin beşte birinin verileceği yerlere verilir. Delil şu âyettir:

“Biliniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri Allah’ın, Rasûlü’nün ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcunundur.”

Hadis: “Rikâzda (define ve maden) beşte bir zekât vardır.” “Rikâz”, Allah ya da kulları tarafından toprak altına yerleştirilen maden veya değerli şeylerdir.


Alacaklar zayıf ve kuvvetli olmak üzere ikiye ayırılır. Zayıf alacak; vadesi geldiğinde alınıp alınamayacağı şüpheli olan ve alacaklının gâlip zannına göre alınamayacağı düşünülen alacakların zekâtı ertelenebilir. Bunların zekâtı tahsil edilince topluca verilir. Vadesinde ödenmeyen ve ne zaman ödeneceği belli olmayan alacaklar genel olarak zayıf alacak grubuna girer. Tecrübelere göre vadesinde ödeneceği düşünülen alacaklar sağlam alacak sayıldığı gibi, kefil ve ipotekli alacaklar da sağlam alacak sayılır. Bunlar yıl sonu gelince, mevcut olan zekât matrahı mala eklenerek zekâtları verilir. Hanefilere göre alacağın, teslim alınmaksızın borçluya tasadduk edilmesi temlik niteliğinde olmadığı için nâfile sadaka sayılır. Nitekim Ebû Saîd el-Hudrî’den rivâyete göre, satın aldığı meyvelerden büyük zarar eden bir sahâbiye, Nebî (s.a.s)
“Ona tasaddukta bulununuz” buyurmuş, yapılan yardımlar da borcu karşılamayınca, alacaklılara “bulduğunuzu alın, sizin için bundan başkası yoktur.” buyurmuştur. Hanbelilere göre ise âyetteki “tasadduk” zekâtı da kapsar. Bu yüzden ödeme gücü olmayan borçlunun borcunu, alacaklısı kendi zekât borcundan düşebilir.

Vergi zekât yerine geçer mi?

Hz. Peygamber ve ilk dört Halîfe döneminde bütün zekât türleri görevli zekât memurlarınca toplanır ve yıl boyunca ihtiyaç sahiplerine dağıtılırdı. Hz. Osman döneminden itibaren “bâtınî mallar” denilen altın, gümüş, nakit para ve ticaret mallarının zekâtı yükümlülerce hesaplanıp verilmesi esası benimsendi. Zekâtın dışında kamu harcamaları için harac, cizye, gümrük, rüsum ve benzeri vergiler ihtiyaca göre örfi olarak alınmağa devam edildi. Zekâtın verileceği sekiz sınıf bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de belirtildiği için, onu bunun dışındaki yerlere harcama imkânı bulunmaz: Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Zekâtlar, Allah’ın bir farzı olarak ancak yoksulların, düşkünlerin, zekât toplama memurlarının, kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenenlerin, kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve yolda kalmışların hakkıdır.”


Günümüzde devlet tarafından çeşitli adlarla alınan vergilerde böyle bir “harcama alanı” sınırlaması yapılmadığı için, verginin zekâttan sayılmaması gerekir.

Bu yüzden mümin vergi olarak verdiği meblağı, zekâtından düşemez. Ancak zekât veriyorum diye vergi vermeme hakkı da söz konusu olmaz. Çünkü her devirde İslâm toplumlarında Devlet, kamu harcamaları için zekâtın dışında başka adlarla örfî vergiler almıştır. Zekâtın harcama yerleri dışında kalan kamu hizmetlerinin yürütülebilmesi için buna ihtiyaç duyulmuştur. Çünkü yol, köprü, baraj, elektrik santrali, askerin ve güvenlik güçlerinin harcamaları, sağlık hizmetleri gibi toplumun bütününü ilgilendiren işlerin yürütülmesi zekâtın dışındaki kaynaklardan elde edilen vergi gelirleriyle sağlanır.

Diğer yandan vergi, ticaret ve sanayi kuruluşlarında kârdan alınırken, zekât, nisabın üzerinde elde bulunan ve yıllanmış olan sermayenin bütünü üzerinden alınır. Bu yüzden vergi matrahı ile zekât matrahı farklı esaslara dayanır. Ancak şunu da belirtelim ki, sosyal güvenlik ve yardımlaşma kurumlarının çok geliştiği Osmanlı döneminde eğitim, sağlık, yoksulluk ve din hizmetleri gibi en önemli kamu harcamaları infak ehli zenginlerin kurduğu vakıfların gelirleriyle karşılanmış, devletin büyük ölçüde vergi toplamasına gerek kalmamıştır. Başka bir deyimle daha az vergiyle kamu işleri yürütülürken, merkezî yönetim, güvenlik işlerine ve otoritenin güçlenmesine daha fazla eğilme fırsatını bulmuştur.

Zekât kimlere verilebilir?

Kur’an-ı Kerim’de zekâtın kimlere verileceği şöyle sıralanmıştır:

“Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, zekât işinde çalışanlara, kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve yolda kalmışlara aittir. Allah bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir”

Âyet, mala düşkün bazı kişilerin toplanan zekâta göz dikmesi ve Hz. Peygamber’den haksız isteklerde bulunması üzerine inmiş, onların bu davranışları kınanmıştır. Böylece zekât fonunu, kamu gücünün dilediği şekilde kullanmasına engel olunmuştur.


Abdullah İbn Abbas (r. anhümâ)’dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber, Muaz İbn Cebel’i Yemen’e gönderirken ona şu emri vermiştir:

“... Eğer onlar zekâtın farz olduğunu kabul ederek sana itaat ederlerse, Allah’ın kendilerine zekâtı farz kıldığını ve zenginlerden alınıp fakirlerine verileceğini onlara bildir.”

Bu hadis zekâtın devlet tarafından müslümanların zenginlerinden alınıp fakirlerine harcanacağına delil sayılmıştır. Zekâtın verileceği sekiz sınıf şunlardır:

Yoksullar ve düşkünler: Bunlar, Kur’an’daki ifadesiyle “fakirler ve miskinler”dir. Fakir; ev ve ev eşyası gibi temel ihtiyaçlarını karşılayan malı olsa bile, gelirleri mutat olan ihtiyaçlarını karşılamayan ve borçları düşüldüğünde, nisap miktarından daha az malı bulunan kimsedir. Bir işte çalıştığı halde gelir düzeyi temel ihtiyaçlarını karşılamayan kimse de bu sınıfa girer.

Miskin ise, hiçbir geliri ve malı bulunmayan kimsedir.

Zekât işlerinde çalışanlar: Bunlar zekât işlerinde çalıştırılan memurlardır. Âyette geçen “âmil” terim olarak zekât gelirlerini toplamak ve hak sahiplerine dağıtmak için görevlendirilen kişiyi ifade eder.

Müellefe-i kulûb: İlgili âyette dördüncü grup olarak zikredilen bu sınıf, kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseleri kapsar. Hz. Peygamber, Mekke’nin fethinde yeni İslâm’a girmiş bazı kimselere zekâttan pay vermiştir. Bunların içinde henüz İslâm’a girmeyenler de vardı.

Köleler: Kölelikten kurtulmak, hürriyetini para ile satın almak isteyen kimselere de zekât verilir. Zekât fonundan yararlanılarak kölelerin özgürlüğüne kavuşturulması, İslâm’ın insan hürriyetine verdiği önemi gösterir.

Borçlular: Borcu düşüldükten sonra, nisap miktarı malı kalmayan kimseler bu sınıfa girer. Başkasından malı veya alacağı olup da, bunu alması mümkün olmayan kimse de borçlu sayılır.

Allah yolunda olanlar: Kelime olarak “Allah yolunda” anlamına gelen “fî sebîlillah” tamlaması, terim olarak iki farklı anlamda kullanılmıştır. Birinci anlamı; İslâm’ı yüceltmek için bilfiil savaşta bulunmaktır. Buna göre savaşta olan mücâhitlere zekât verilir. Hatta İmam Şâfiî ve Mâlik’e göre, savaşa katılanlar arasında zengin-yoksul ayırımı da yapılmaz. Çünkü savaşçılar kendi beldelerinde zengin de olsalar, savaş bölgesinde kendi mallarından ayrı yerdedirler.


Fî sebîlillâh’ın ikinci anlamı ise; Allah rızasına uygun ve O’na yaklaşmak için yapılan her türlü hayırlı iştir. Buna göre Allah rızasını gözeten, hayır ve tâat niteliği bulunan işleri yapan kişi ve kurumlara zekât fonundan yardım yapılabilecektir.

Yolda kalmış kimse: Yolculuğa çıkan, iyilik ve yararlı bir iş için yolculuk yapan ve gittiği yere yardımsız olarak ulaşamayan kimse bu sınıfa girer. Hac, savaş, mendup ziyaretler veya ticaret için yapılan yolculuklar buna örnek gösterilebilir.

Zekât kimlere verilmez?

Zekât alacak kimsenin şu niteliklere sahip olması gerekir:

a) Yoksul olması: Temel ihtiyaçları dışında, borçları düşülüp, geride nisap miktarından çok yıllanmış malı olan kişiye zekât verilmez. Belki nâfile olarak bağışta bulunulabilir.

b) Müslüman olması. Çoğunluk müctehitlere göre gayri müslimlere zekât verilmez. Çünkü Hz. Peygamber Muaz İbn Cebel’e; toplayacağı zekâtı Yemen’in yoksul Müslümanlarına vermesini bildirmiştir. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre nâfile sadakaların zimmîlerin yoksullarına verilmesi câizdir. İmam Züfer’e göre ise gayri müslim zimmîlere de zekât verilebilir.

c) Zekât verenin, zekât alacak olanın nafakası ile yükümlü olmaması: Buna göre bir kimse ana, baba, dede, nine, çocuk ve torun gibi yakınlarına yoksul olsalar da zekât veremez. Çünkü onlara zaten bakmak zorundadır. Ancak kardeş, yeğen, amca, dayı, hala, teyze ve bunların çocukları gibi hısımlarından yoksul olanları, yakınlık sırasına göre zekât vermede tercih etmesi daha faziletlidir. Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, Şâfiî ve Malik’e göre, kadının fakir bulunan kocasına zekât vermesi caizdir. Çünkü Allah’ın Rasûlü bu konuda soru soran İbn Mes’ud (r.a)’ın karısı Zeyneb (r. anhâ)’ya şöyle cevap vermiştir:

“Kocan ve çocuğun tasadduk etmene daha lâyıktır.”

Zekâtın, malın bulunduğu yerdeki yoksullara verilmesi asıldır. Çünkü Rasûlüllah (s.a.s), Muaz (r.a)’a;

“Zekâtı Yemen halkının zenginlerinden al, yine Yemen halkının yoksullarına ver” buyurmuştur.

Zekâtın yıl sonunda başka beldedeki fakirlere gönderilmesi tenzihen mekruhtur. Ancak zekâtın gönderileceği yerdeki ihtiyaç sahipleri akraba olur veya malın bulunduğu beldedeki fakirlerden daha muhtaç durumda olurlarsa, bu takdirde başka beldeye göndermek caiz olur. Zekâtın, zengin bir kimsenin muhtaç durumdaki babasına veya çocuklarına verilmesi câizdir. Çünkü bunlar birbirinin malı ile zengin sayılmaz. Buna göre ilim için çalışan ve zengin olan ailesinden ihtiyacı kadar yardım göremeyen öğrencilerin zekât kaynaklarından yararlanması caiz olur. Dernek ve vakıf yöneticileri “vekil” sıfatıyla teslim aldıkları zekâtı öğrencilere ve sekiz sınıftaki yerlere ulaştırabilirler.


(Prof. Dr. Hamdi Döndüren)


Kategoriler

- Başarı - Eğitim - Kişisel Gelişim - Hedef - Ticaret - Muhammed Bozdağ - İletişim - Nasihatler - Kariyer - Dua - Para - istemek - çalışmak - İslam - Abdülhamid Han - iş hayatı - Haber - Ekonomi - Osmanlı Sultanları - Rizik - Karar - Meslek - Osmanlı - Zaman Yönetimi - şükür - Motivasyon - Liderlik - Hedef Belirlemek - II. Abdülhamid Han - alışveriş - Para Kazanmak - istek - Arastirma - Osmanlı Devleti - yaşam - çalışmanın hedefi - Kriz - Hikayeler - Sorumluluk - İşsizlik - özgüven - Dünya Hayatı - Zaman - Nimete şükretmek - İslami ölçüler - içtenlik - duanın kabulü - İmaj - Modelleme - Helal Kazanç

MollaCami.Com