Kariyer | Konular | Kitaplık | İletişim

Tüketen Tükenir!

Samed olmayana yakışan, Samed olmadığının bilinciyle davranmaktı. Meselâ, vermek için almaya muhtaç olduğuna, alış-veriş dengesini kurmak, giderini gelirine göre ayarlamaktı. Gider oluyor ama gelir sağlanmıyorsa, veyahut gider hep gelirden fazla oluyorsa, bu işin bir yerde tökezleyeceği muhakkaktı. Samed olan Rabbimizin, Samed olması imkânsız biz kulları için yazdığı bir ‘âdetullah’ vardı: Aldığından fazlasını veren her yapı, on, dokuz, sekiz, yedi.. derken, kendini yer bitirirdi. Tüketen, tükenirdi!

Boş sözlerin karın doyurmaz hale geldiği günlerdi. Boş sözler hiçbir zaman karın doyurmazdı zaten. Ama, peynir gemisini dahi yürütmeyen lâflarla devlet gemisini yürütmeye çalışanların varlığı aşikârdı, ve onlardan sâdır olan boş sözlerle bir dönem için sanal bir doygunluk hissine kapılanlar vardı. Ne ki, olan olmuş, yanlış hesapların muhakkak fıtrattan döndüğüne; zira, Fâtır-ı Hakîm’in koyduğu ‘kanun-u fıtrat’ın önüne geçip âdetullahın akışını değiştirmeye kulların gücünün yetmeyeceğine bir kez daha şahit olunmuştu.



‘Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizi’nin sebebi, bir söz, yahut birkaç söz olamazdı. O birkaç söz, olsa olsa, bardağı taşıran son damlaydı belki. Ve krizin kat kat sıralanan bir dizi sebebi içinde en temellisi ve en altta durduğu için en az görüleni, herhalde, ‘Samediyet’ hakikatinin ihmaliydi. “Allahu’s-Samed” dersine çalışmayan, kul olduğunu unutarak Samed rolü oynamaya kalkışan kullar vardı; ve krizden alınacak en temelli ders, kulun ancak kul ve ancak Allah’ın Samed olduğunun idraki olmalıydı.

Kullar yaratılmışlardı, ve yaratılmışlar Samed olamazlardı. Zira, adları üstünde, ‘yaratılmış’lardı, varlıkları kendilerinden değildi, var olmaları ve varlıklarını devam ettirmeleri kendileri dışında birine bağlıydı. Samed ise, varlığı kendinden olandı, var olmak için başka hiçbir şeye muhtaç olmayandı; birşeyi var kılmak için de başkasına muhtaç değildi üstelik. Zât-ı Ehad-ı Samed’in var olmak için kimseye ihtiyacı yoktu, ama O’ndan gayrısının var olup var kalmak için O’na muhakkak ihtiyacı vardı.

Açıkçası, Samed olan, varlığı, kudreti, ilmi, serveti, ikramı, ihsanı kendinden olandı. Rabbimiz, servet ve gınâsı hadsiz olup başka herkese karşı sonsuz derecede müstağni bir Ganiyy-i Mutlak ise, bu, Samediyet sırrındandı. O, Ali’den alıp Veli’ye verenlerden değildi. Veli’ye vermek için Ali’den almaya muhtaç olanlardan hiç değildi.

Gelin görün ki, vermek için kendisi almaya muhtaç bir yapı, sittin senedir Samediyete lâyık bir edayla sunmuştu bize kendisini. Sanki yanında bitmez tükenmez hazineler varmış gibi, sanki elindeki avucundaki kendindenmiş ve sonsuzmuş gibi, elindekini saçıp dağıtmıştı. Gerçekte, bizden alıyor, başkasına veriyordu. Samed değildi yani. Almadan veren değildi; olamazdı da. Ama Samed-misal bir edayla veriyordu. Samed değil, aciz olduğunu; baki değil, fani olduğunu bilmiyordu. “Mâ indekum yenfedu ve mâ indallahi bâk” âyetiyle verilen “Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın katında olan bâkidir” dersini ise hiç mi hiç bilmiyordu.

Oysa, Samed olmayana yakışan, Samed olmadığının bilinciyle davranmaktı. Meselâ, vermek için almaya muhtaç ise, alış-veriş dengesini kurmaktı. Ayağını yorganına göre uzatmak, giderini gelirine göre ayarlamaktı. Böyle olmazsa, günün birinde denizin tükeneceği muhakkaktı. Elinde olanı veren devletlûlarımız vermek için almaya muhtaç oldukları, yani Samed olmadıkları için, “Devlet malı deniz” sözüne inat, “Deniz bitti” durumuna gelinmişti işte. Motoruna giren benzinle çalışan araba, deposunda motora girecek benzin olduğu müddetçe çalışırdı. Gider oluyor ama gelir sağlanmıyorsa, veyahut gider hep gelirden fazla oluyorsa, bu işin bir yerde tökezleyeceği muhakkaktı. Samed olan Rabbimizin, Samed olması imkânsız biz kulları için yazdığı bir ‘âdetullah’ vardı: Aldığından fazlasını veren her yapı, on, dokuz, sekiz, yedi.. derken, kendini yer bitirirdi. Tüketen, tükenirdi!

•••

Heyhat ki, devletlûlarımız, ‘yabancılaşma’ denen illetin en feci cinsine yakalanmış; Samed olan Rablerine karşı da, Rablerinin “Sizin yanınızdaki tükenir” diye uyaran Kur’ân’ına karşı da yabancılaşmış haldeydiler. Kâinata da yabancılaşmış idiler üstelik. Kâinata bakıp ondan âdetullahı devşirecek durumda değillerdi. İhtimal, Bahçıvan misali bir filmi de bugüne kadar hiç seyretmemişlerdi; zira, icraatlarında, hiç olmazsa bu filmi seyretmişliğe dair bir iz, bir emare bulunamıyordu. Oysa bu sımsıcak film koskoca ‘devlet sorunları’na bütün hayatı bahçede geçmiş bir bahçıvanın çiçeklerden aldığı âdetullah dersiyle getirdiği manidar cevapları ironik bir üslupla dile getiriyordu. Devletlûlarımız yalnızca bir gün kâinata açılıp sırf bir ders ve ibret nazarıyla bağ bayır dolaşmışlar mıydı acaba? Evlerindeki saksılara su vermeyi kendine vazife edineni var mıydı? İçlerinde birkaç günlüğüne olsun bir inek, kuzu, kuş veya civciv besleyen mevcut muydu?

Herhalde yoktu. Zira, öyle olsa, hiç olmazsa kâinattan bir ‘iktisat’ dersi almış olurlardı. Hatta, bunca senelik ekonomi, işletme, yönetim bilimi vesaire eğitiminin veremediği bir dizi dersi bilfiil alma imkânı bulurlardı. Meselâ ‘denge’ denilen şeyi herhalde ancak o zaman lâyıkınca kavrar; ödemeler dengesi gibi, denk bütçe gibi, gelir-gider dengesi gibi sözleri ve kavramları o zaman iyice dikkate alırlardı. Zira, kâinat, içindeki her bir şey ile, bize ‘denge’yi ders veriyordu. Adl olan, Mukaddir olan, Hak olan Rabbimiz, herşeye ihtiyacı kadarını, istihkakı olanı ve onun için gerekeni veriyordu. Ne aza sapıyor, ne israfa kayıyordu. Kâinat, baştan sona, bir ‘iktisat’ laboratuvarı gibiydi; içindeki herşey, ‘iktisat’ ve ‘israfsızlık’ dersini veriyordu. Saksıdaki çiçek su verilmediğinde kurur, fazla su verildiğinde çürürdü meselâ. ‘Ekonomik’ davranmak, ‘iktisat’lı olmaktı, maksada uygun davranmaktı, gerekli yerde gerektiği kadarını kullanmaktı. Meselâ çiçeğe ne az vermeliydi, ne de çok; gerektiği kadar vermeliydi. Keza, aç bırakılan kuzu açlıktan öldüğü gibi, aşırı yemek de aynı kuzuyu ölüme götürürdü. Sözün kısası, ‘denge,’ ‘iktisat,’ ‘israfsızlık,’ kâinattaki her bir şeyin bize her daim fısıldadığı hakikatlardı.

•••

Kâinatın bize fısıldadığı başka hakikatlar da vardı. Sürekli değişmeler, altüst oluşlar, gelgitler içinde, kâinat sabitkadem, hep aynı minval üzere yürümeyen bir âlemde yaşadığımızı da her an fısıldayıp duruyordu. Şu kâinatta, çok hikmetlere binaen, daimî bir faaliyet, sürekli bir yenilenme, devamlı bir dalgalanma vardı. Bugün havanın ılık oluşu, yarın soğuk olmayacağının teminatı değildi. Bu yıl yağmurların bol oluşuna bakıp ertesi sene kuraklık olmayacağını söyleyemezdiniz. Bugün sapasağlam ayakta gördüğünüz bir insanı üç gün veya üç saat sonra ölüm döşeğinde bulabilirdiniz. Kadîr-i Zülcelâl, çok hikmetlere binaen, özellikle de mutad bir işleyiş gördüğü yerde Rabbinden gaflet edip olup biteni sebeplerden bilmeye yatkınlığımıza binaen, bir ‘faaliyet-i dâime’ içinde yaşatıyor; gelgitler, dalgalanmalar, iniş-çıkışlar, değişimler ve dönüşümler içinde işgörenin Müsebbibü’l-Esbab olduğunu görmemize imkân hazırlıyordu.

Meselâ, her sabah ekmeğini hazır bulan, her ay edineceği gelir belli olup her ay başında buna her hâlükârda kavuşan biri, Rabbini ne kadar hatıra getirebilirdi? İnsanlar Rablerini yağmurlar mutad biçimde yağdığında mı daha çok hatırlıyorlardı, yoksa yağmur mevsimi yağmursuz geçtiğinde mi? Rablerini her gece rahat döşeklerinde mışıl mışıl uyur halde mi hatırlamışlardı, yoksa döşekleriyle birlikte evlerinin bir büyük deprenmeyle sarsıldığı günlerde mi?

Şu dünyayı Kendi cemal ve kemalini gösteren bir ayna sûretinde yaratan Kadîr-i Zülcelâl, insanı o aynadaki tecellilere bakıp Rabbini esmâ-i hüsnasıyla tanımasını mümkün kılacak imkânlarla donatmıştı. Kâinatta gördüğümüz daimî iniş-çıkışlar, gelgitler, değişimler, dönüşümler, deprenmeler ve dalgalanmalar da, determinizm ve gaflet perdesini kırdığı için, bu imkânlar arasındaydı.

Rabbinin yarattığı kâinata en dikkatli nazarla bakıp kâinat tablosunda Rabbinin verdiği dersi en iyi aldığı için Fahr-i Kâinat olan Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) buyurduğu üzere, ‘her yükselen şeyin inişinin olması,’ işte bu sırdandı. İnsanın darlık-genişlik, sıkıntı-rahat, elem-sevinç, kolaylık-zorluk salınımları içerisinde yaşaması da bu sırdandı.

İşte bu sırdan dolayı da, en başta kâinatın gösterdiği bir başka hakikat daha vardı. İnsan hariç, kâinattaki hiçbir şey, hovarda değildi, müsrif değildi, hesapsız-kitapsız değildi. Bilakis, tedbir ve ihtiyat da, kâinatın bize bildirdiği hakikatlardandı.

En başta, yazı kışın da bilinciyle geçiren o küçücük karıncalar bu tedbir, tedvir ve ihtiyat hakikatının bir mümessili değiller miydi? Bize şifalı balı Rabbinin izniyle sunan arı, o balı biraz da kendisinin çiçeksiz kaldığı zamanlar için depoluyor değil miydi? Çöl hayvanı deve, susuz çölde su bulduğunda içiyor; ama içtiği yüz küsur litre suyu bir ilâhî hesapla ve tam bir iktisatla kullandığı için susuz çölde yirmi gün su içmeden durabiliyor değil miydi? Susuz çöllerin dikenli bütün bitkileri ise, devenin dahi ancak yirmi gün dayanabildiği susuzluğa sımsıcak bir yaz boyunca dayanabiliyorlarsa, bu, yağmurun yağdığı nadir zamanlarda topraktan emip ‘susuz gün’ için dikenlerinde sakladıkları su sayesindeydi. Bir aslan, bir av yakaladığında doymak bilmez bir iştihayla onun tamamını hemen mideye indirmezdi; ihtiyacı kadar yer, sonra avını toprağa gömer, acıktıkça gidip biraz daha yer, günlerce o bir avla idare ederdi. Hem, her beden—ister insanın olsun, ister hayvanın—zor zamanlarda kullanılacak birşeyler saklar, yediğimiz gıdaların bir kısmını bu iş için yağ suretinde depolardı.

Rabb-ı Rahîm, kâinatın her bir karesinde görebildiğimiz bu tedbir ve ihtiyat gerçeğiyle, yaşadığımız bu belirsizliğe maruz âlemde biz kullarına bir yol, bir iz göstermekteydi. Sair mahlukat gibi, biz insanlar da iniş-çıkışlar yaşayabilirdik; bir ülke bir dönem rahat yaşayabilir, bir sonraki dönem daralabilirdi. Varlık O’ndan geldiği gibi, O’ndan darlık da gelebilirdi. O, Bâsıt, yani genişleten olduğu gibi; Kâbız, yani daraltandı da. Yükselten O olduğu gibi, Hafîd olan, yani alçaltan da O’ydu. Nitekim Kur’ân-ı Hakîm defaatle darlığı verenin de, genişletenin de O olduğunu; dilediğinin rızkını genişletip dilediğinin rızkını daraltmaya ancak O’nun gücünün yettiğini ders veriyordu.

çok bilmekte tüketiyor belki, ya da bilginin aşırı tüketilmesi, aziz nesinin bir yazısını hatırlıyorum: bilgi eyleme geçince ancak kültür oluşur. bilgiyi iyi bir kültür haline getirmek lazım yoksa evet çok bilmek de tüketir, ziyan eder, yok eder, köleleştirir. bunun için her şey düşünülebilir.


Kategoriler

- Başarı - Eğitim - Kişisel Gelişim - Hedef - Ticaret - Muhammed Bozdağ - İletişim - Nasihatler - Kariyer - Dua - Para - istemek - çalışmak - İslam - Abdülhamid Han - iş hayatı - Haber - Ekonomi - Osmanlı Sultanları - Rizik - Karar - Meslek - Osmanlı - Zaman Yönetimi - şükür - Motivasyon - Liderlik - Hedef Belirlemek - II. Abdülhamid Han - alışveriş - Para Kazanmak - istek - Arastirma - Osmanlı Devleti - yaşam - çalışmanın hedefi - Kriz - Hikayeler - Sorumluluk - İşsizlik - özgüven - Dünya Hayatı - Zaman - Nimete şükretmek - İslami ölçüler - içtenlik - duanın kabulü - İmaj - Modelleme - Helal Kazanç

MollaCami.Com